Abdullah Ağar: ÖSO’nun Öfkesi!
Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı/İdlib bölgelerinde Türkiye’ye karşı gösteriler, protestolar kendini gösterdi.
Bunların bazılarında Türk bayrağı yakıldı.
SMO ve halk içinde "Asla barışmayacağız" sloganları yükseldi.
Bazı üs ve kamusal yapılara yürüyüşler oldu.
Bazı tedhiş teşebbüsleri, yol kesmeler, engellemeler yaşandı.
Neredeyse tüm ÖSO komutanları Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun sözleri üzerine sert açıklamalar yaptı.
Bunlardan birinde, SMO içindeki Türkmen komutanlardan biri: "Suriye'de terörün başı ve kaynağı Beşar Esad'dır, Esad'la uzlaşma yoktur, terör ve katillerle uzlaşma yoktur. Suriye'nin geleceğinde Esad'a da rejime de yer yok, Esad kalırsa da Allah bize bereket vermesin. Şehitlerimizin kanına ihanet etmeyeceğiz, devrime ve vatana ihanet etmeyeceğiz." dedi.
Rejim ile anlaşmayı reddeden bazı ÖSO grupları Rejim ile çatışmaya başladı.
Ortaya çıkan gerginliğe bazı etki ajanları dahil oldu. Maniple ve provokasyonlar devreye girdi.
Velhasıl düne dair liste uzun.
Bir de bugüne dair, El Bab, İdlib, Atarib, Azez, Afrin gibi yerlerde gösteriler, protestolar yapılacağına dair duyum ve bildiriler var.
Yatışsın, yatıştırılsın veya yatışmasın, sonuçta belli ki ortada her haliyle büyük bir sıkıntı var.
Ve bütün bunlar, bizim için soğukkanlılıkla yaklaşılması gereken şeyler.
Sonuçta benzerlerini, hatta çok daha şiddetlilerini daha önce de gördüğümüzü ifade etmeliyim.
Ancak bu yaşananlardan çıkartılacak çok ders var.
Belki de aranmakta olan çözüm!
Türkiye’de dönem dönem;
-Türkiye’nin terör örgütü YPG/PKK ile mücadelesi,
-Suriye kör düğümünün çözülmesi,
-Bölgede barış ve istikrarın sağlanması,
-İç savaşın sona erdirilmesi,
-Düzensiz göçmen meselesinin çözülmesi,
-Ya da en azından aranan/olası istikrara dair bir umut üretilmesi… adına kimi gerekçelerle, vekil hale gelmiş olsa bile halen uluslararası hukukta halen Suriye’nin meşru temsilcisi olan Şam Hükümeti-Esat Rejimi ile görüşülmesi gerektiği dile getirilir.
Türkiye’ye kamuoyunun bu fikri hararetle savunanlarla hararetle karşı duranlar arasındaki bir yelpazeye dağıldığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun böyle olmasında da; insancıllıktan, duygusallığa, çaresizlikten, bilgisizliğe, mezhepçi ve meşrepçi bakıştan, iç savaştan etkilenmişliğe, çözüm arayışındaki bilinç ve stratejiden/stratejik sarhoşluğu, hınzırlıktan, masumluğa kadar pek çok faktör görebiliriz.
Tabii bir de gerçekler var.
Katıldığım kimi programlarda da ben de bu soruna farklı bir bakış açısı, ihtiyatlı bir iyimserlik ve olası bir gereklilik/zorunluluk adına olabilirliği dair cümleler kuruyorum. Ama her zaman bir ‘ama’m var.
Gerekçeleri de son derece basit:
-Böyle bir angajmanın ön koşullarına baktık mı?
-Üreteceği yeni sorunları/sonuçları/tehditleri hesap ettik mi?
-Tedbirler geliştirdik mi?
Bunları ön gören bir inisiyatif, esneklik ve çözüm geliştirebiliyorsanız, attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değiyorsa, karşınıza çıkan/çıkacak yeni sorunları, tehlike ve tehditleri çözebiliyorsanız ve çözüme dair sonuç/sonuçlar üretebiliyorsanız, elbette Esat Yönetimi ile görüşebilirsiniz.
Tabii bu arada, sadece bu ön koşullara dair dahi bir bilgisi olmadan, çözüme dair iddialı fikirleri olanlara/dayatanlara/aba altından sopa gösterenlere de iyi bakmak lazım. Sonuçta bu savaş sadece cehaletler savaşı değil, vekaletler savaşı! İşin içinde maniple edilip yeri öpüvermek de var.
Ama biz şimdilik bunları boş verip şu ön koşullara bir bakalım.
Esat Rejiminin Türkiye’yle görüşmek için ‘benim gördüğüm’ iki ön koşulu var:
-Türkiye’nin etki ürettiği Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı/İdlib bölgelerinden kayıtsız şartsız çıkması,
-Türkiye’nin etkili olduğu bu bölgelerdeki ‘iç savaşın tarafı’ silahlı grupların kayıtsız şartsız silahlarını bırakması.
Tabii bunlar sadece ön koşul. Bir de bunun olası sonuçları var. Bakın daha ön koşullarının gereğini yerine getirmekten bile bahsetmiyorum. Sadece dün Suriye’de Türkiye aleyhtarı yaşanan durumlara bakarak bir muhakeme yapıyorum.
Şimdi sıkı durun.
Sadece bu ön koşullar kabul edilse bile: bunun Türkiye’de 4 milyon düzensiz göçmenin 8 milyon, iç istikrarsızlık, Türkiye’de namluların patlaması, sosyolojik patlamalar, sosyolojik katmanlarda karşılıklı artan kutuplaşma ve derinleşen çatışma, İdlib’teki bağlantısız grupların ve radikallerin Türkiye’ye doluşması gibi üreteceği sonuçlar ve riskler var.
Bunları neden yazdım?
Dünkü Suriye’ye bakarak yazdım.
Bırakın bu ön koşul gibi, vahim sonuçları olabilecek bazı durumları, hiçbir koşulun dahi gündeme gelmediği, kendine özgü şekillenen güncel siyasi süreçten yola çıkalım.
Sonuçta hepimiz Suriye’deki bu kanlı iç savaşın bitmesini istiyoruz. Ancak bu o kadar kolay değil. Hatta hiç kolay değil.
Bir kere çözülmesini istemeyen, kör düğümden, kilitlenmeden beslenen çok.
Nasıl çözülür? Bu çok uzun bir analizin konusu. Bunu aklımız gerdiğince, gerçekçi taraflarıyla, fikrimizce yazarız elbet.
Ama burada şunu vurgulamak istiyorum.
Büyük bir iç savaşın acıları, sancıları, yok etmişleri, hırsları, öfkeleri, intikam duyguları, sevdiklerini ve geleceği elinden almışlığı, travmaları, derinleşmiş ayrılığı, akan kanı, mezhep ve meşrep fitnesi, araya girmiş düşmanlığı varken, Suriye İç Savaşı öyle kolayına çözülemez.
Hele ki demografik ve topografik hakkaniyet yoksa hiç çözülemez.
Kaşınır, kaşıtır durur.
Mezhep/meşrep fitnesinin damgasını vurduğu bir iç savaştan, Irak, Yemen, Lübnan gibi iç savaşlardan ve İslam tarihine damgasını vurmuş, bozguna uğratmış bir sorundan bahsediyoruz.
Hatta, FETÖ’den, DEAŞ’tan, Haşdi Şabilerden, eline kan bulamış ideolojik ve siyasi İslami modellerden, YPG/PKK’dan, ırkçılıktan, iç savaşın kökenindeki mezhebi ve meşrebi fitneye kadar inilerek
Saha uygulama alanıdır.
Çözüm ise kavramlardan, teolojik köklerdeki ayrılığı bütünleştirme çabasından başlar. Burada bilinç, ortak akıl, çözüm ürerse sahada uygulanır.
Ümidimiz bakidir.