30 yıl önce bugün, 27 Ekim’de nasıl şehit düştük, nasıl vurulduk biz?

Dün anlatmaya başlamıştım.

26 Ekim sabahı başlayan çatışma bir bütün gün boyunca nefes almaksınız devam etti.

Delicesineydi.

Üçüncü bölüğün solundan geniş bir yay çizerek, manevra yapmış, timimle dağa, teröristlerin yuvalandığı kayalık mevzilere doğru tırmanmış, diplerine girmiş, sonra da hücum etmiştik.

Kafa kafaya giriverdik. Şaşırdılar, bir kaçını indirdik, İsmail’imiz vuruldu, kaçtılar.

Sonrası bir bütün gün çatışmaydı. Bölüğümüzü yanımıza çektik. Amansızca, yankılanan silah sesleri dağları yırtıp dururken koca bir gün boyunca çatıştık.

***

Artık akşam yaklaşıyordu. Dört yaralım vardı. Bir kayanın üzerine oturdum. Soğuktu. Bir titreme omuzlarımı hafifçe sarstı. Sonra çıkıp gitti. Havanın iyice soğuduğunu ve daha da soğuyacağını düşündüm. Kayadan aşağıya kayıp, bir kuytudaki toprağa oturdum. Ne kadar yorgun olduğumu hissettiğim o an, bölük komutanı ve Ahmet’le nasıl bir araya geldiğimizi bilmeden toplandık.

Artık geceyi, soğuğu ve açlığı konuşuyorduk. ‘Çatışma muhakkak olduğu için’ yanımıza sadece silah ve mühimmat almış, soğuktan koruyacak teçhizat ve yiyecek almamıştık. Bütün gece yürüyüp, bütün gün çatışmaktan kaynaklanan yorgunluğu giderecek emniyetli bir mekân yoktu. Uykuysa zaten uyunmayacaktı. Dayanıyorduk. Dayanmaya da çalışacaktık. Ancak tecrübe; zaman araya girince yorgunluğun, açlığın, soğuğun tepemize bineceğini ve bunun bizleri çok zorlayacağını söylüyordu. Yorgun ve aç olmasak, belki her şey çok daha iyi olacaktı. Bunun tek çaresi uykuydu, ama biz uyumamak zorundaydık.

SON LOKMALAR

Üç kişiydik: Selami Üsteğmen, Ahmet Asteğmen ve ben. Mühimmat yeleğimin arkasında sallanan, kalçamın üstünde duran matara kılıfının bir düğmesini açtım. Diğer düğme zaten ortadan kırıktı. İçinden dün gece koyduğum, o kıymetli şeyi çıkardım. Bu, yuvarlak bir ekmek somunuydu. Elimle tuttuğumda tabanını kavrayabileceğim kadar küçüktü. Zaten o yüzden matara gözüne sığmıştı. Ekmeği, askerin “çok maksatlı” diye ad koyduğu kamp çakısıyla üçe böldüm. Düşen birer dilimdi. Yedik. İşte üçümüzün bütün yiyeceği ne olur ne olmaz düşüncesiyle matara cebime koyduğum bu ekmekti. Bir de cebime sıkıştırdığım bir paket bisküvi vardı. Ekmek bittiğinde doymamış, açlığı daha çok hissetmiştik. Bisküvi paketini çıkardım. Bir tarafı ezilip, ufalanmıştı. Önce o kısmı yedik. Kırıntıları avuçlarımıza döktük. Sonra da yaladık. En ufak bir kırıntıyı dahi heba etmedik. Geri kalan yarı paketi de, yarın yeriz dedik; sakladık.

Acaba yiyebilecek miydik?

O an, orada bir küçük ekmeğin yarısını paylaşan, un ufak olmuş bir bisküviyi yalayan, biri kıdemli iki üsteğmen, biri terhisine 10 gün kalmış asteğmenden, kahraman bir teğmen üç asker; yarın bir şehit, iki gazi olacağımızı, şehidimizin kursağındaki son lokmanın da küçük bir dilim bayat ekmekle yalanmış bisküvi parçaları olacağını nereden bilirdik?

VE SON SİGARALAR

Altımızda kalan kayalıklarda, bir kuytuda geceyi bekleyen dört asker vardı. Baktım; bir tek sigarayı böylesine üçünün, dördünün içtikleri çok olurdu. Bunu da çoğu kere zaman darlığından yaparlardı. Şimdiyse, yokluktan öyle yapıyorlardı. Hiç konuşmadan askerlere bakındık. Düşündük. Hissettik biraz. Biliyorduk; onların da en fazla bizim kadar yiyecekleri vardı.

Sonrası yine çatışmaydı.

Lanet olsun.

Gece de durmadı. Ortalık kaya, dağ, kuytuluk, bilinmezlik, kahpelik, sinsilik dolu olunca, gözü kara olmak, cesaret filan yetmiyordu. Çatışma, sızma, şu bu, sonra yerini derin sessizliğe bıraktı.

Ve sessizlik karanlık dağı kapladı.

Biraz sonra da bölük komutanı geldi. Çocuklar bulabildikleri taş parçalarıyla, alçakta olsa, bir mevzi yapmayı başarmışlardı. Ve bu mevzi, bu gece evimiz olacaktı.

Oturdum. Bölük komutanı sağımdaydı. Onun sağında da habercileri vardı. Timdeki askerlerimden Nezir geldi, böğrümün sol yanına, soğuk toprağa oturdu. Tüfeğim hâlâ elimdeydi. Onu da ayakucumdaki taşlara yasladım. Parmaklarım kasılmıştı. Çok sıkı tutmuş olduğumu, ancak böylelikle anladım. Rahatlaması, her zaman olduğu gibi, biraz zaman aldı.

Biraz sonra mevzileri tekrar dolaşmaya gittim. Askerlerim sessiz ve sıkıntılı kıpırdanışların içinde geceyi gözlüyorlardı. Böyle gecelerde uyku ile uyanıklık arasında kıvrandıklarını, kontrol edilmezlerse dayanamayacaklarını bilirdim. Mevzileri dolaştığımı anlayınca, bir nebze canlandılar. Böylelikle eski hallerine dönünceye kadar karanlığı biraz daha dikkatle bekleyeceklerdi. Her mevzide biraz oyalandım.

Zaman, yorgun öküzlerin çektiği bir kağnıya binmiş gibi. Sanki hiç yürümüyor. Gece bizleri umursamadan, kendince geçip gidiyor. Soğuk, donuyoruz. Birbirimize sarınmışız. Yani birbirimizin beden ısısıyla ısınıyor, soğuğa öyle tahammül ediyoruz. Yorgunuz hem de çok. Kaç saattir bekliyoruz, artık bilmiyorum. Artık sabaha kavuşalım istiyorum. Beklemenin, sadece adının kolay olduğunu biliyorum. Hava karardıktan sonra, sabah oluncaya kadar hiçbir şey yapmayacağız. Oysa bir şey yapmamakla bile, çok şey yaptığımızın farkındayım. Keşke sabaha kadar hiçbir şey yapmayacak kadar ayakta kalabilsek diye geçiriyorum içimden.

GECE YARISINDAN SONRAKİ BİR ZAMAN, 1716 RAKIMLI TEPE

Beklemek, beklemekten sıkılmak, sıkılmaktan sıkılmak... Oldum olası en zor iş... Düşünmek, düşünmekten yorulup hayal kurarak, hayallerdeki tılsımı tüketip gerçeğe dönerek, sonra bir dalıp, bir sıçrayarak, ama hep bekleyerek, sessiz ve sedasız kıpırdanmalarla dolu geçen, uzun bir gece...

Ve nihayet sessizlik, bekleyiş ve karanlığın içine yuvarlanıvermek...

Ne zaman daldığımı hatırlamıyorum. Soğuğun ısırmasıyla bir an irkildim. Etrafa bakındım. Hava bir parça ağarmış gibiydi. Saati görmeye çalıştım. Dört civarında olmalıydı. Sonra biraz daha bekledim. Karanlık bir nebze çözülmüş, göğün maviliği hissedilir olmuştu. İçimdeki sigara içme isteği, dağ gibi kabarmıştı. İçip içmeme konusunda kısa bir tereddüt geçirdim. Hücum yeleğinin altında, gömleğimin cebini aranıp, paketle çakmağı çıkarttım. Çakmağın gazını ayarladım. Görünmeden yakmak için toprağa doğru yatıp, Nezir’i, vücudumu ve ellerimi siper ettim. Ateş gözlerimi kamaştırırken sigarayı yaktım. Gizleye gizleye içmeye başladım. Küçük kor iki avucuma hapsolunca, ellerimi belli belirsiz ısıttı. Bu kadarına bile sevindim. Yaman bir gecenin son demlerinde, Kuzey Irak’taki sahipsiz bir tepede, alabildiğine aç, yorgun ve üşümüş bir haldeydim. Sigarayla ısınıyor, belki de ısındığımı sanıyordum. Ve aynı sigarayla, kahvaltımı da yapıyordum. Artık gönlümdeki tek şey, gece bir bitse temennisinden başka bir şey değildi. Değişik bir şey yapmayı, doğmamış güneşin aydınlığında ayağa kalkıp dolaşmayı, ateş yakmaya çalışan askerimin başında üşümeyi istiyordum. Artık hayallerin bile, bu kadarını kurabiliyorum. Belki de ateş bile yakamayacağız. Bunu bilmiyordum.

Bugün ekmek, su, kumanya gibi sigara da yoklukla tanışacaktı. Bekledim. Gece biraz daha açılmış, göz gözü görür olmuştu. Saate tekrar baktım. Dört buçuğa yakın, dört yirmi beşti. Yanımda sessizce oturan Nezir’e kısık bir sesle, “Git...” dedim. “Diğer mevzileri dolaş! Uyuyan olmasın!”

***

Nezir tüfeğini eline aldı. Kımıldanmaya çalıştı. Yorgunluktan hamlamış, soğuktan katılaşmış vücudunu, benim böğrümden ayırırken hareketleri ağır çekim gibiydi. Hafifçe inledi. Kalkarken toprağa dayandı. Sonra yavaşça dikilip, elinde tuttuğu tüfeğin namlusunu aşağı doğru çevirdi. Bir an durdu. Kendine gelmeye çalıştı. Sonra yavaş yavaş ilerledi. Soldan, gerimize yöneldi. Ondaki, çilenin süzülmüş haliydi. Kendi kendine katılığını, donmuşluğunu çözmeyi özlerken, komutanının emriyle kımıldanmıştı. Emir gevşekliği kabul etmez, sallanmaya öfke duyardı. Nezir bunu bilirdi. Can pazarında taş da olsan, donmuş da olsan, hasta da olsan iş yapılırdı. Nezir de bunları yapacak adamdı. Benim 5. Tim’imin en has adamlarındandı. Alacakaranlığın içine doğru kaydı. Ve kayboldu.

Nezir gideli çok olmamıştı. Yanımdan ayrılalı 10-15 saniye, belki biraz fazla olmuştu. Duyduğum ayak seslerine kulak kabarttım. “Dolaşmak serbest!” deme sınırına varmamıştık. Zaten bu sabah buna izin de vermeyecektik. Çabuk çabuk atılan adımların, telaşla karışık ritmi endişe uyandırıcıydı. Yine de dost birinden geldiği belliydi. Düşman böyle yürümezdi. “Gelen Nezir’dir!” diye düşündüm. Her şeye rağmen aldanmanın ağına düşmek istemedim. Alışmadığımız seslerden duymaya çalıştım. Böylece ayak seslerini yakınlaşıncaya kadar dinledim. Sonra da alacakaranlığın içinde belirginleşen siluete kaygısızca bakındım.

Nezir’di. Yanıma gelmiş, başıma dikilmişti. Ama o benim gibi kaygısız değildi. Sanki karanlıkta kaybolmuş gölgesi bile telaşlıydı. Ondaki, sessiz bir yeisti. İkaz etmeye kenetlenmiş kararlılığın hırçın seslenişiydi. Diyeceğini demek için, zamanı yutarak konuştu:

“Komutanım! Havar mı Navar mı sesler duydum! Birileri geliyor!”

Heyecanı bana sıçradı. İrkildim. Merakla, öfkeli bir telaşla yerimden doğruldum. Önümde mevziin taşlarına dayanmış üç dört tüfek vardı. Aceleyle kendi tüfeğimi arandım. Farklı olan askı kayışından tanımaya çalıştım. Ama bulamadım. Karanlıkta; o acelenin içinde, tüfeğimi seçemeyişimde ve beni saran endişeli telaşımda kabaran bir şey vardı. Bu hırçınlaşan öfkeydi. Sonra düşünmedim bile. Bir tüfeği el kundağının üstünden kavradım. Yan vurup kalktım. “Sesler duydum!” dediği tarafa doğru yürüdüm. Endişeden sırtım ürperiyor, kan beynime çıkıyordu. Başparmağımla tüfeğin emniyetini açtım. Namluyu yürüdüğüm tarafa çevirdim. Biraz daha dizlerimi kırdım, biraz daha yere doğru eğildim. Gözbebeklerimin, göz çukurlarının tavanına dayandığını hissettim. Dipçiği koltuk altıma sıkıştırdım. Tetiği azıcık ezdim. Tetiğin kurulu olduğunu, namluda mermi olduğunu anladım. Ve bunların hiçbirini de, düşünerek yapmadım. Böylece üç, belki de dört adım attım.

İşte o an gördüm teröristi!

Hayret! Ne Kadar Yakındı!

Ne Kadar İçimizdeydi! Karşımdaydı!

Oysa ben onları karşılamaya gidiyordum!

En uçta yürüyordu. Kamburunu çıkarmıştı. Beş, bilemedin altı metre ötemdeydi. Ben ona bakarken, o da bana bakıyordu. Sanki dünya yok olmuş gibiydi. Sadece o, ben ve birbirimize okuduğumuz meydan vardı. İşte o koskoca “an”da birbirimize baktık.

GÖZLERİ KOCAMAN, BELKİ BENİMKİLER DE ÖYLE

Alacakaranlığın içinde, gözlerindeki “ak”ı görüyorum. Orada, o an, o çiğ beyazlıkta; nefretini, kinini, vahşiliğini ve bana duyduğu iğrentiyi hissediyorum.

O sıra başka bir görüntü daha var.

Kıpkızıl bir şerare, alacakaranlığı apansız yırtıyor. Elindeki Kaleş’in namlusundan fışkıran namlu alevi, sıçramalar yapıyor. Her sıçramaya, bir patlamanın neden olduğunu çok iyi biliyorum. Kızıllığın çıktığı namlu bana, ben de o namluya bakıyorum.

Çekirdekler Kovanlara İsyan Ediyor!

Ben de İşaret parmağımın Altındaki Tetiğe!

Çekirdekler binlerce derecelik patlamayla, yüzlerce metre saniyelik bir hızla kovanlardan kopuyorlar.

Düşünmeden kavrıyorum.

Sımsıcak, küçücük çekirdekler uçuyorlar. Görülemeyen, duyulamayan, tedbir alınamayan bir hızla bana koşuyorlar.

Taranıyorum! O Sırada Ben de Ona Ateş Ediyorum!

Filmlerde “Yandım anam!” derler ya. İşte öyle bir yanma hissediyorum. Ne acı ne de başka bir şey. Hissettiğim sadece yanma.

Tam altı el ateş ettim. Sonra tüfek ateş etmedi. Bir türlü düşmeyen tetiğe, çaresizce asıldım. Namlu aşağı insin istemedim. “Neden atmaz!” diye öfkem kabardı. Sonra öfkem şaşkınlığımı yuttu. Tüfek ateş etmeye devam etse, ayakta durmak için bir nedenim, çektiğim tetik; toprağa yaslanacak dayanağım olacak. Önemli olanın ayakta kalmak olduğunu sanıyorum. Oysa artık ayakta durmanın anlamı yok. İnat mı ediyorum, yoksa ne yaptığımı mı bilmiyorum?

“Ateş ederken namlular şahlanmış olmalı!” diye düşünüyorum. Sonra bunu nasıl düşündüğüme, kendim bile şaşırıyorum. Çünkü konuyla uzaktan yakından alakası yok! Kendimi yere bırakıyorum. Ya da bu kendiliğinden oluyor. Sağ dizim ve baldırımla toprağa çarpıyorum. Tüfeği tutan elimle, sonra da dirseğimle yere dayanmaya çalışıyorum.

 ***

Artık bir başımayım. Kendi kabuklarımla örtülüyüm. Dışarıdaki her şey, sadece bir sinema filmi gibi. Beni etkilemekten uzak, canlı bir sahne sanki. Sürünüyorum. Daha doğrusu ayaklarımı sürüklüyorum. Böğrümü toprağa vermiş, bedenimi kollarımla çekmeye çalışıyorum. Belim bükülüyor. Gözlerimin hüzünle baktığını biliyorum. Acım sol tarafımda. Sürünürken toprağı sağ ayağımla itiyorum. Kâh sağ elimle kâh sağ kolumun dirseğiyle kendimi çekiyorum. Bileğimin derisi yüzülüyor. Acısını duyuyorum ama önemsemiyorum. Bir yere varmaya çalışıyorum. Ancak nereye varmaya çalıştığımı bilmiyorum. Beş ya da on metre. Ne kadar süründüğümü bilmiyorum.

***

İşte böyle saygıdeğer okurlar.

İşte tam da 30 yıl önce bugün, 27 Ekim’de biz o dağlarda bunları yaşadık.

Tim komutan yardımcım Ahmet Asteğmenim şehit düştü.

‘Sessiz Atmaca’mız Sıhhiye Onbaşı İsmail Atmaca şehit düştü.

22,5 kiloluk canavarı geri tepmesiz topumuzu dağ bayır sırtında taşıyan sırım gibi delikanlı Nezir Karcı’mız şehit düştü.

Bölük komutanımız Selami Üsteğmen başta bizler de yaralandık, gazi olduk.

Allah’ın takdiri, belkemiğimin üstündeki el bombası cebine koyduğum küçük bir telsiz bataryası, o andaki hareketlerin neden olduğu sapmalar, yediğim mermilerin canımı almasına engel oldu. Telsiz bataryasına çarptı kaldı biri, biri yardı geçti, diğeri deldi geçti.

Anlayacağınız ömür verdi Allah.

O yüzden 27 Ekim günü, o gün, o dağda yaralananların ikinci doğum günüdür.

Şehitlerin ve kanlarının toprağa düştüğü bir doğum günü.

O yüzden çok kıymetlidir.

Anlamlıdır.

Ve bir şey söyler insana, sessizce… "Sana bahşedilen zamanın, insanlığın, adamlığın ve onurun hakkını ver."

***

Mücadele etmek biraz da böyle bir şeydir.

Vatan için mücadele edenler de öyle.