Bir musibet bin nasihat
Geçtiğimiz hafta hukuk tarihimizde pekte görmediğimiz, alışık olmadığımız bir olay yaşadık. Anayasa Mahkemesi, Can Atalay’ın tahliye edilmemesini hak ihlali olarak değerlendirdi ve dosyayı gereğinin ifası için İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi de dosyada son kararı Yargıtay 3. Ceza Dairesi verdiği için Anayasa Mahkemesi’nin kararını doğrudan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise tahliye kararını reddederek, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusu, doğal olarak kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Ancak her hukukçu gibi Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin başkan ve üyeleri de şüphesiz biliyorlar ki Anayasa Mahkemesi üyeleri görev suçlarıyla ilgili yüce divan sıfatıyla yine Anayasa Mahkemesi’nde yargılanır. Dolayısıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yapmış olduğu suç duyurusunun pratikte bir karşılığı yoktu.
Akıllara hemen o söz geldi. “Hakimler konuşmaz, kararlarını konuşturur!” Aslında bu suç duyurusu da bir nevi tepki, bir tür protestoydu. Yargıtay aslında kendi yetki alanını korurken, bir yandan da yeni bir anayasa ihtiyacını tüm gerçekliğiyle ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı'mız Sayın Erdoğan da yine Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında olan bu süreçte taraf değil hakem olduğunu vurgulayarak yeni anayasa ihtiyacının hissedildiğinin bir kez daha altını çizdi. Devlet içerisinde, kurumlar arasında çekişme tabii ki olmaz. Ancak çözümler de asla geçici olmamalı. Kalıcı ve sonraki nesillere benzer problemler üretmeyecek, kesin, nitelikli çözümler üretilmelidir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yapmış olduğu suç duyurusunu da bu minvalde değerlendirip, bir musibet bir nasihatten iyidir düsturuyla karşılamak gerekir. Anayasa Mahkemesi ya da Yargıtay haklı diye bakmak, bizleri kısır bir döngünün içerisine sokmaktan öteye götürmeyecektir.
Esasen 21 yıllık AK Parti iktidarında birkaç defa daha yeni anayasa çalışmaları olmuş ancak neticelendirilememişti. Haziran 2023 seçim zaferinin ardından, Sayın Erdoğan yeni bir anayasa ihtiyacının varlığından söz etmişti. 41 yıl önce darbe yaparak iktidara gelenlerin getirmiş olduğu anayasanın, ülkemizin ihtiyaçlarını karşılamadığı şüphe götürmez bir gerçektir. 1980 öncesi dönemde dış güçler tarafından, kasten yaşatılan kaos ortamına tepki olarak konulmuş pek çok madde ne yazık ki anayasamızda mevcuttur ve varlığını korumaktadır. Ayrıca defalarca kez tadil edilmesi de tadilat ile artık bu işin çözüme kavuşturmayacağını bizlere göstermektedir.
Anayasa tekniği olarak da değerlendirdiğimizde kazuistik yöntemle yazılmış bir anayasanın ülkemize ne krizler ortaya çıkardığı su götürmez bir gerçektir. Yargı kurumlarımızın yetki sınırlarından, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar pek çok kriz yaşamak ve bu krizleri aşmak zorunda kaldık. Bunlar hem milletimizi hem ekonomi dünyamızı da yoran süreçlerdi. Kanunla düzenlenmesi gereken ve güncelliğini yitirdiğinde rahatlıkla yenilenebilecek pek çok hüküm, 1980 Anayasası'nda yer alıyor. Anayasa değişikliğinin zor olması sebebiyle de basitçe çözülecek meseleler bile bir kriz haline geliyor.
Cumhuriyet'imizin ikinci yüzyılında süratle, yeni, dinamik, demokratik toplum değerlerine ve evrensel hukuka uygun bir yeni anayasa hazırlanması gerekmektedir. Hazırlanacak anayasa, iç siyasi çekişmelerin ötesinde, iktidarı ve muhalefeti, sivil toplum kuruluşlarını kapsayan, geniş toplum çevrelerince kabul gören, çerçeve bir anayasa olmalıdır. Kanunla düzenlenebilecek hükümler kesinlikle anayasada yer almamalıdır. Bu sayede dinamik toplumsal gelişmelere devletin ayak uydurması ve yanıt vermesi çok daha kolay olacaktır.