Geceyarısı Ekspresi'nin yönetmeni Alan Parker öldü
İngiliz sinemasının önde gelen isimlerinden yönetmen Alan Parker 76 yaşında hayata veda etti. Parker bir dönem Türkiye’de tepki çeken “Geceyarısı Ekspresi”nin de yönetmeniydi.
İngiliz sinemacı Alan Parker işçi sınıfı bir ailenin oğlu olarak 1944 yılında Londra’da doğdu. Sinemaya atılmadan önce çeşitli reklam ajanslarında metin yazarlığı yapan Alan Parker 1960’ların sonunda reklam yönetmenliğine geçiş yaptı. Kurucularından olduğu reklam prodüksiyon şirketi ödüller kazanan Parker yılar sonra, o dönem İngiltere’de doğru dürüst bir sinema sektörü olmadığını söyleyerek yönetmenliğe reklamdan başlamanın en iyi seçenek olduğunu belirtecekti.
Sinemada ilk yönetmenlik çalışması sadece çocuk oyuncularla çektiği bir gangster müzikali olan “Bugsy Malone”du. Henüz 13 yaşındaki Jodie Foster ile 15 yaşındaki Scott Baio’nun başrollerini paylaştığı film çocuklar kadar büyüklerin de beğenisini kazandı ve Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı.
Alan Parker’ın adını daha geniş kitlelere tanıtacak film ise senaryosunu Oliver Stone’un yazdığı ve En İyi Senarto ile En İyi Müzik dallarında Oscar kazanan “Geceyarısı Ekspresi” (“Midnight Express”) oldu. Amerikalı bir uyuşturucu kaçakçısının İstanbul’da yakalanıp hapse atılmasını konu alan ve gerçek bir olaydan hareketle çekilen film Türkiye’deki hapishanelerin insanlık dışı bir durumda olduğunu gösteren ve hapse atılan Amerikalının çektiği zulmü perdeye taşıyan bir filmdi.
Türkiye'de hapse giren ve 5 yıl kalan Billy Hayes rolünü Brad Davis canlandırmıştı.
“Geceyarısı Ekspresi”nin gösterime girmesinin ardından tüm dünyada imajı fena halde bozulan ve anlatılanların bir kısmı doğru olsa bile haksız biçimde sadece kötü yanları öne çıkarılan Türkkiye resmi düzeyde filmi kınadı ve yurt içinde gösterimi yasaklandı. Bu yasaklama kararı yurt dışında daha da büyük bir negatif tepkiye yol açacak ve Türkiye belki de haklıyken haksız konuma düşecek; sansürcü yaftası yiyecekti.
ÖZÜR DİLEDİLER
Yıllar sonra hem senaryonun yazarı Oliver Stone hem de hikayenin gerçek kahramanı, yani Türkiye’de hapse atılan uyuşturucu kaçakçısı Billy Hayes filmdeki abartılar için özür dileyeceklerdi. Alan parker ise anılarında filme dair düşüncelerini şöyle paylaştı: “Hepimiz genç sinemacılardık ve hapishane sisteminin haksızlıklarını göz önüne seren iyi bir hikâye anlatmak istiyorduk. Ve belki de bu uğurda bazı ışık ve gölgeleri kaybettik. Sonuçta ‘iyi’ Türk karakterler dışarıda kaldı. Aradan yıllar geçtikten sonra entelektüel ve politik olgunluğa erişince bunun daha iyi anlıyorum.”
"Pink Floyd The Wall" filminin başrolünde Bob geldof yer alıyordu.
Alan Parker’ın farklı film türlerine yöneldiği kariyeri her seferinde belli bir kalite çıtasını tutturdu ve 80’li yıllarda üst üste ses getiren filmler çekti. Pink Floyd grubunun satış rekorları kıran “The Wall” albümünden hareketle çektiği rock müzikal “Pink Floyd: The Wall” hem başrolündeki Bob Geldof’u büyük bir üne kavuşturdu hem de genç kuşağın hafızasında derin izler bıraktı. Albümdeki tüm şarkıları hemen hemen albümdeki sırayla birbirine eklemlendiği ve araya giren animasyonlarla alabildiğine etkileyici sahneleriyle devleşen film türünün benzersiz örnekleri arasına girdi.
“The Wall”dan hemen önce yine müzik odaklı bir filme imza atan (bu sefer daha pop ve dans ağırlıklı “Fame”), 1982 tarihli “Shoot the Moon” ile kötü giden bir evliliği tasvir ettiği bir dramayla izleyici karşısına çıkan Parker, 1984 yılında Vietnam Savaşı temalı “Birdy” ile bir kez daha büyük yankı uyandırdı. Matthew Modine ve Nicolas Cage’in başrollerini paylaştığı film Vietnam Savaşı’nda cepheye gitmiş iki askerin travmatik bir dönem sonrası eve dönüşlerinde yaşadıkları mental zorlukları ele alıyordu ve özellikle Matthew Modine’in oyunu çok beğenilmişti. Film Cannes Film Festivali’nde Altın palmiye’den sonra en önemli ödül olan Jüri Büyük Ödülü’nü aldı.
Robert De Niro ve henüz yakışıklı haliyle Mickey Pourke.
Korku-gerilim türünde bir film olan “Angel Heart” ile Robert de Niro’ya unutulmaz rollerinden birini veren (usta aktör Şeytan rolündeydi) Alan Parker bir kez daha ustalığını gösterdi ve Mickey Rourke, Lisa Bonnet gibi isimlerin başrolleri paylaştığı film hızla kült statüsüne ulaştı. Hemen ardından gelen “Mississippi Yanıyor” (“Mississippi Is Burning”) ise 60’lı yıllarda ABD’de tüm yakıcılığıyla süren ırkçılığı ele alan sert bir filmdi ve birçoklarına göre Parker’ın başyapıtıydı. 6 dalda Oscar’a aday olan film En İyi Görüntü Yönetmeni dalında heykelciğe ulaşırken, gerçek olaylardan hareketle çekilen filmin başrollerindeki Willem Dafoe ile Gene Hackman’ın üst düzey oyunculukları tüm izleyenlerin hayranlığını kazanıyordu.
"Mississippi Yanıyor"da başrolleri Willem Dafoe ve Gene Hackman paylaştı.
90’lı yıllara yine müzik odaklı bir filmle giren Alan Parker kariyerinin en keyifli ve eğlenceli filmlerinden “The Commitments”da İngiltere’nin küçük bir işçi kentinde siyahlara özgü soul müzik icra eden bir grup beyaz gencin müzik maceralarını anlatıyordu. Film dönemin gençleri arasında çok popüler oldu ve filmin soundtrack albümü en az filmin kendisi kadar ilgi gördü, ciddi satış rakamlarına ulaştı.
Sahneden uyarlanan bir müzikal olan “Evita”da başrolü Madonna’ya veren Alan Parker bu tercihi yüzünden çok eleştirilse de kararından dönmedi ve Arjantin yakın tarihinde çok önemli bir yeri olan ve çok da tartışılan bir politik bir figür olarak hafızalarda yer eden Eva Peron’un hayat hikayesini beyazperdeye taşıdı.
1999 tarihli edebiyat uyarlaması “Angela’s Ashes” ve 2003 tarihli “The Life of david Gale” Parker’ın son sinema çalışmaları oldu.
Sir ünvanına sahip olan ve uzun bir hastalık döneminin sonunda hayata veda eden Alan Parker geride 5 çocuk ve 7 torun bıraktı.