İstismar…

FETÖ’den doğru dersi çıkaramayan top atılsa uyanmaz.

Akıldan çıkartmak mümkün mü?

FETÖ ve Deash neşteri içeriden vurmuştu.

Bakın dışarıdan demiyorum. Tam göbeğimizin orta yerinden, neşteri içeriden vurdular. Ve Deash ile FETÖ irini önümüze akıverdi. Böylece teolojik bünyemizin irin biriktirdiğini bütün çıplaklığıyla görüverdik.

Peki irin sadece FETÖ’den ve Deash’dan mı ibaret?

Bunun aslında büyük bir derse, muhakemeye ve sorgulamaya yol açması gerekiyordu. Aslında tarihi bir fırsattı da. Teolojik açıdan nerede ve nasıl hata yapıyorduk.

Hiç sorgulamadık. Sorunun sadece Deash’la ve FETÖ’yle sınırlı olduğuna dair dar, kolaycı, baştan savmacı, suçu onların üstüne atıcı bir çözümü benimsedik.

Oysa sorun FETÖ’yle ya da Deash’la sınırlı değil kesinlikle.

Allah’ın son dini, hak dininin bağlısı ve temsilcisi olduğunu iddia eden bizler, ne yapıyorduk böyle?

İçimizde Deash’ın, FETÖ’nün doğmasına, palazlanmasına, etki ve güç üretmesine, ortalığı kasıp kavurmasına nasıl izin veriyorduk?

Peki inancı, Allah’ı ve dini istismar eden; menfaat, cehalet, biat, dogma, ahlaksızlık, şirk, ruhbanlık, gerilik, düşmanlık, çatışma ve fitne üreten diğer yapılarla ilgili ne yaptık?

Nasıl bir bilinç, anlam, tedbir ve çözüm ürettik?

Hiç!

Bugün Ilımlı-Siyasal-Radikal İslamcı modelleri, Mezhep ve Meşrep fitnesini, cemaat ve tarikatları, ürettikleri bağ bozumunu, güç çöküşünü, iç çatışmayı, fitneyi, şirki, İslam adına sorgulayabilecek, Allah’a karşı kendini sorumlu hisseden birileri var mı?

Peki buna dair bir devlet iradesi?

Ya da İslam dünyasında bütüncül bir yaklaşım?

Yok!

Sosyal medya üzerinden dahi iki satırlık teolojik eleştiri yapmak, mezhebi ve meşrebi dogmaları olan kesimlerden sert tepkiler alıyor.

Sen bu işlerden ne anlarsın, bu konu senin konun değil, sen işine bak, gibi…

Evet, bir din adamı değilim.

Ama doğru inanca dair Allah’a karşı sorumluluklarım olduğunu ve beni de herkes gibi hesaba çekeceğine inanıyorum.

Öte yanıyla bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlar, tam da benim konum. Ortadaki devasa sorun tam anlamıyla bir Milli Güvenlik, var oluş, güç ve istikrar sorunu.

Başı Gabar, sonu Cudi, Irak’ın ve güneydoğunun dağlarında ölümle yüzleşmek zorunda kaldığım yıllar boyunca, ölümle burun buruna kalan her asker gibi bende de son derece güçlü bir duygu ve bilinç gelişti: “Ben neden varım” ve “Bu mücadeleyi neden yapıyorum?”

Burada, bu dağ başında, her an bir terörist kurşunuyla ölebilirim.

Hadi kendimi geçtim, emrimde görev yapan onlarca, yüzlerce asker var. Onlara benim hatam, gafletim, kendimi düşünmem yüzünden bir şey olursa, Allah’a ne derim? Nasıl hesap veririm?

Peki ya ölüme empatilerim…

O günlerden, hiç unutmam, ruhuma kazınan, daha doğrusu yaşayıp durduğum bir gerçek vardı: Ölüme yakın olan, Allah’a yakın olur.

Benim inançla ilgili hassasiyetim böyle başladı ve böyle gelişti.  

Dağda, Cudi’de bir inim vardı. Bölüğü hava karardıktan hemen sonra gündüz tertiplenmesinden gece tertiplenmesine geçirir, sonra o inin içinde Allah’a yakarırdım: Allah’ım askerlerimi ve onurumuzu korumamızda bize yardım et. Sabaha şimdi olduğu gibi, sağ, esen ve onurumuzla çıkalım.

Ölüme yakınlıkla gelişen bu duygu, beni son derece güçlü bir dini arayışa itti. Sonra tarikatlara bile gittim. Onları gördüm, onları yaşadım. Sadece inancımın istismarıyla değil, yıllarımla da ağır bedeller ödedim. Yıllarımı gömdüm oralarda.

Sonra yıllarca Irak’ta, Suriye’de çalıştım. Orta Doğu’yu, işgal ve istilaları, mezhep ve meşrep fitnesini, iç savaşları, mezhep savaşlarını, radikalizmi, IŞİD’i gördüm.  

Dersimi çalışmayı da hiç bırakmadım.

Ve “sorun nerede” sorusuna doğru bir yanıt bulmaya çalıştım.  

Sorun dini bir kisve içerisinde küçücük bir kızın cinsel istismarında filan değildi sadece.

Meseleyi buraya indirgeyenler, büyük bir hata yaparlar.

Sorun, çok daha derin.

Sorun; Allah’ı son dinine mensup kişiler olarak son dinin, Allah’ın ve Vahyin, yani kitabın hakkını vermeyişimizde.

Dinle vahyi, dinle ahlakı, dinle gerçekliği, dinle bilimi, dinle hakkı, dinle insanlığı, dinle çağı, dinle yaradılış kanunlarını, dinle yaşamı birleştiremeyişimizde.  

Anlama, yaşama ve uygulamaya dökemeyişimizde…  

Ve Allah’ın bizlere emanet ettiği o güzelim inancımızı, Müslüman görüntülü ruhbanlara teslim edişimizde.

Yani Allah’ın en nefret ettiği o işi yapışımızda, kendimizi şirke teslim edişimizde.

Koskoca ümmet, din istismarcılarına, İslam görüntülü ruhbanlara, şirke teslim etmiş durumdayız.

Sonra da türevleriyle, ürettiği sorunlarla uğraşıp duruyoruz.

Peki gerçekten uğraşıyor muyuz?

Yoksa kendimizi uğraşıyor mu sanıyoruz?