Neden doğruya doğru, iyiye iyi, yanlışa yanlış diyemiyoruz?

Suriye politikaları konusunda AK Parti iktidarı çok eleştirilmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı hâlâ haklılık payını koruyor. İşin bu kısmını başka bir gün konuşuruz. Ben farklı bir noktaya değinmek istiyorum; “Gittikçe gerileyen tartışma kültürümüze.”

Öyle bir hale geldik ki ülke olarak, tarihi gelişmeleri bile gerektiği gibi konuşamıyoruz. Özellikle gelinen nokta itibariyle gazeteciler arasında.

Artık herkes olaylara tek bir noktadan bakıyor ve mantıklı gelen gelişmelere, sadece muhalif olduğu için ‘iyi’ diyemiyor ya da iktidara yakın olduğu için eleştiremiyor.

Kabul edelim ki, eskiden medyada daha zengin bir tartışma kültürümüz vardı.

Fakat, “Benim mahallem ne der?” kaygısı, son yıllarda gazetecileri/insanları daha da köşeli ifadelere itiyor. Çoğu kendisini düşündüğü gibi ifade etmiyor, sansür uyguluyor, sonra da otosansürüyle dile getirdiği sözlerine her koşulda sahip çıkarak yola devam ediyor.

Bunun en önemli örneğini son bir haftada yaşadık. Beşar Esad’ın Suriye’den kaçışının yedisi çıkmadan, MİT Başkanı İbrahim Kalın, Şam’a gitti.

Kalın’ın Şam ziyareti Türkiye’nin olağanüstü bir hamlesiydi. Önemli başkentler Ankara’ya temsilcilerini göndermek için sıraya girdiği günlerde, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken Ankara’ya doğru uçarken, Türkiye istihbaratının başkanı, dünyanın gözünün olduğu Şam’a gitti, Emevi Camii’nde şükür namazı kıldı.

Bu olay bile dediğim nedenlerden dolayı özgürce ve gerektiği gibi tartışılamadı.

Hükümete muhalif olanlar, bu ziyareti eleştirdi, hatta bazıları küçümsedi bile.

Oysa İbrahim Kalın’ın ziyaretiyle Türkiye, hem dış hem iç kamuoyuna çok güçlü bir mesaj verdi. Bu mesaj çok net: “Şam’a giden yol, Ankara’dan geçer.”

Rejimin devrilmesinin, Türkiye’ye çok önemli avantaj sağladığı bir gerçek. ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump boşu boşuna, “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak” demiyor.

Ha, bir süre sonra hatalar yapılabilir, yanlış politikalar uygulanabilir ve Türkiye bu üstünlüğünü kaybedebilir.

İşte o zaman da “O ne der, bu ne der? Kendi mahallemden dışlanır mıyım?” endişesine kapılmadan, gazetecilerin düşündüklerini ifade edebilmesi/dile getirmesi/yazması gerekir.

Alın size aynı günlere denk düşen başka bir örnek….

Birçok isim, yaptığı röportajdan dolayı gazeteci Nevşin Mengü’nün hakkında dava açılmasına ya sessiz kaldı ya da ‘bulunduğu mahalle refleksiyle’ bu haksızlığı alkışladı.

Kabul ediyorum, medyayı buraya iten en önemli etken, son yılların siyasi iklimi oldu. Hiç durmadan bunu da tartışalım, eleştirelim.

Fakat hangi nedenle olursa olsun, özgür düşünce ve ifadenin önüne örülen duvarları yıkmak gazetecinin boynunun borcudur.

Ve işe önce kendi kafamızda ördüğümüz duvarları yıkmaktan başlayalım.