Nerede aşırılık orada sorun
20. yüzyıldan itibaren Avrupa’da sanayinin hızla yayılmasıyla birlikte ucuz ve bol hammaddeye sahip olabilmek adına ortaya çıkan rekabet ortamı, sömürgeciliğe zemin hazırlamıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, önemli suyollarının geçiş güzergâhında yer aldığı ve petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının varlığı nedeniyle güçlü devletlerin sömürge edinme yarışında siyasi ve askeri girişimlerin merkezi haline gelmiştir.
1. ve 2. Dünya Savaşı, İsrail’in kurulması, Büyük Orta Doğu Projesi, Körfez Savaşı, Afganistan ve Irak’ın işgali son olarak Arap Baharı bu girişimlere örnektir. 2009’dan sonra ABD, Japonya ve Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz, artan enerji fiyatları ve bütçe açıklarının kapanmasında enerji kaynaklarının daha ucuz ve güvenli bir şekilde temin edilme gerekliliğini doğurdu.
Böylece petrol ve doğal gaz açısından zengin Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine yönelik yeni saldırılar başladı. Bu kez ABD ve müttefikleri, doğrudan askeri müdahale ile değil halk isyanlarının çıkarılması ve desteklenmesi yoluyla, kendileri açısından uyumsuz olan liderlerin devrilmesini sağladı.
Arap Baharı adıyla başlayan bu süreçten en büyük yarayı bölge ülkeleri ve bu bölgeler ile tarihi, ekonomik bağları bulunan Türkiye aldı. Yaşanan gelişmeler Türkiye’nin bu bölgeler ile gerçekleştirdiği ticaret hacminin daralmasına, Türkiye ve ilgili ülkeler arasında siyasi ve sosyo-ekonomik sorunların yaşanmasına ve milyonlarca sığınmacının Türkiye’ye akın etmesine neden oldu.
Birleşmiş Milletler (BM) Türkiye’nin gelişmiş ülke, bölgesel güç olmasını istemiyor ve önüne her türlü engeli çıkarmaya devam ediyor. Bu engelin en etkili ayağını sağlıklı bir ortamda konuşup, tartışamadığımız mülteci ve sığınmacı meselesi oluşturuyor.
2010 yılında başlayan Arap Baharı ile birlikte Türkiye kapasitesinin üzerinde ve kontrolü zor bir göç dalgası ile karşı karşıya kaldı. Nerede aşırılık orada sorun. Etnik ve mezhepsel iç savaşların yaşandığı, geri kalmış toplumların ve kötü yaşam koşullarının hakim olduğu bölgelerden Türkiye’ye akın eden sayıları milyonlara ulaşan insan potansiyelinden bahsediyoruz.
Konuya insani boyutu ile yaklaşmak genetik kodlarımızda var, istesek de başka türlü davranamayız. Geçen 13 yıl boyunca yaşanan gelişmelere özverili yaklaşan Türk milletine ırkçı, faşist damgası vurmaya çalışmak, Arap düşmanlığı yapılıyor üzerinden suçlamak kabul edilemez.
Türkiye bütün unsurları bir arada adaletle yönetmiş ve huzur içinde yaşatmış büyük bir imparatorluğun devamıdır. Dolayısıyla sömürü düzenini inşa eden güçlerin tehdit algıladığı ülke konumundadır.
Türkiye’de ırkçılık, faşistlik, Arap düşmanlığı yoktur. Konuyu iki taraflı kullanan, popülizm aracına dönüştüren yapılar vardır. Bir takım hesaplar peşine düşüp gerçekleri perdelemenin şahsi çıkarlar doğrultusunda hareket etmenin sonucu hüsrana uğramaktan başka işe yaramaz.
Türkiye gibi belli bir gelişmişlik düzeyine erişmiş, tüm engellemelere rağmen bağımsızlık mücadelesinden taviz vermeyen, gelişip ve güçlenmeyi kendine hedef belirlemiş bir ülkeye, mezhepsel ve etnik çatışmaların içinden gelmiş, eğitimsiz, geri kalmış kitlelerin dahil olması ile ortaya çıkan ve çıkacak sorunların verdiği rahatsızlık farklı yerlere çekiliyor.
Türk milleti sağ sol, Kürt Türk, Alevi Sünni kavgaları, terör ve suç örgütleri yüzünden ağır bedeller ödemiş bir millettir. Türk milleti sömürülmeyi, aşağılanmayı kabul edecek bir millet değildir. Bunun tam tersini göstermeye çalışanların niyeti Türkiye’nin önünü kapatmaktır…
Verilen tepkilerin sebebini ırkçılığa, faşistliğe, Arap ve din düşmanlığına bağlamak, tepkilerden dolayı oluşan kamuoyunu baskılamak kasıtlı ve planlıdır. Sığınmacı ve göç meselesi, sebepler ve sonuçlar üzerinden ciddiyetle ele alınmalı. Konuya hamasetle ve duygusal yaklaşmanın kaybedeni Türkiye olur…