Statik seçmen, dinamik gerçeklik: Siyasetin sosyal haritası
Türkiye siyaseti yıllardır kutuplaşma ekseninde analiz ediliyor. Ancak bu kutuplaşmanın arkasında yatan daha derin bir ayrım var: statik seçmen ile dinamik seçmen arasındaki fark.
Statik seçmen, siyasal tercihini yıllar içinde sabitlemiş, belirli bir partiye ya da ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olan seçmen tipidir. Bu seçmen grubunun tercihi genellikle değişmez. Kimlik merkezlidir. Siyasi tercihini parti kimliksel aidiyete göre belirler. Siyasal aidiyeti bir inanç gibi yaşar: “Bizden” ve “onlar” ayrımına daha yatkındır. Muhalefet ya da iktidarda olmak davranışını fazla etkilemez: Oy verdiği parti yanlış yapsa da sorgulamaz desteğini sürdürür.
Dinamik seçmen ise siyasal tercihini her seçimde yeniden değerlendiren, adaylara, ekonomik koşullara, güvenlik algısına, hizmet performansına veya güncel ihtiyaçlara göre oyunu şekillendiren seçmen tipidir. İdeolojik saplantıları yoktur. Parti aidiyeti düşüktür; performansa ve beklentiye göre oy verir. Sosyoekonomik değişimlerden etkilenir. Siyasal kampanyalara, medyaya, lider imajına daha duyarlıdır. Türkiye’de iktidarları değiştiren yani değişimi mümkün kılan, seçim kazandıran da bu seçmen grubudur. Çünkü bu seçmen sorgulayan “karar değiştirebilen” değişime açık, yani siyaseti etkileyebilen, iktidarı belirleyen taraftır.
AK Parti seçmeninin büyük bölümü “dinamik seçmen” profiline giriyor. Bu profil ideolojik sertlikten çok pratik düşünceye, ihtiyaçlara ve karşılıklı etkileşime dayalı bir yaklaşımı benimsiyor ve sosyal ilişkileri güçlü, karşıt fikirle temas kurma konusunda daha esnek bir tutum sergiliyor.
Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Behçet Yalın Özkara’nın 11.311 kişiyle gerçekleştirdiği anket bu bağlamda çarpıcı bir asimetriyi işaret ediyor. Anketin ana temasını, CHP ve AK Parti seçmenleri arasındaki sosyal mesafe oluşturuyor. Anket sonuçları bize, AK Parti seçmeninin %76,9’unun CHP seçmeniyle samimi arkadaşlık kurmaya açık olduğunu, buna karşın CHP seçmeninin yalnızca %25,3’ünün AK Parti seçmeniyle bu tür bir ilişkiye sıcak baktığını gösteriyor.
Bu çalışma, Türkiye’de siyasetin yalnızca seçim sonuçlarını değil, bireylerin sosyal ilişkilerini de şekillendirdiğini ortaya koyuyor. Toplumsal diyaloğun zayıfladığını ve kutuplaşmanın bir yaşam biçimine dönüştüğünü gösteren bu araştırma; farklı siyasi görüşlere sahip bireylerin samimi ilişkiler kurma eğilimlerini incelerken, siyasi pozisyonların toplumsal algılarla nasıl iç içe geçtiğini ve seçmen tipolojilerinin sosyolojik yapısını da yansıtıyor. Bu yönüyle araştırma, bir “hoşgörü testi” olmanın ötesinde, seçmenlerin karşı tarafa duyduğu tahammül düzeyine dair önemli ipuçları sunuyor.
CHP seçmeni, siyasal tercihini yalnızca bir fikir değil, adeta bir kimlik haline getirmiş durumda. Bu kimliksel konumlanmanın, farklı görüşleri dışlayan ve düşünsel katılığı besleyen dogmatik bir refleks ürettiğini gözlemleyebiliyoruz. Tercihini mutlaklaştıran bu tutum, kendi dışındaki her siyasi pozisyonu “öteki” olarak kodluyor. Nitekim bu bakış açısı karşıt görüştekilerle empati kurmayı, onları dinlemeyi ve anlamayı neredeyse imkânsız kılıyor.
Ankette, seçmenlerin birbirlerini nasıl tanımladığına dair veriler de dikkat çekici. AK Parti seçmeni, CHP’lileri “seküler” ya da “Kemalist” gibi görece daha tanımlayıcı, nötr sıfatlarla ifade ederken; CHP seçmeninin AK Partilileri “cahil”, “çıkarcı”, hatta “koyun” gibi daha sert, aşağılayıcı ve dışlayıcı ifadelerle tanımladığı görülüyor.
Bu fark, sadece kelimelerle sınırlı değil. Algının yönü, kutuplaşmanın ruh halini de şekillendiriyor. Karşısındaki siyasi kimliği bir “tehdit” ya da “tehlike” olarak gören seçmen, onu anlamaya değil, dışlamaya yöneliyor. Bu durum da sağlıklı toplumsal uzlaşının önünü tıkıyor.
Türkiye siyasetinde belirleyici olan genellikle değişime açık, siyasal pozisyonunu sabitlememiş seçmen kitlesidir. Özellikle Anadolu’da, büyükşehirlerin çeperlerinde yaşayan, siyasete ideolojik değil, pratik bakışla yaklaşan bu seçmen grubu, iktidar değişimlerinde kritik rol oynar. Bu kitleyle bağ kurmak, siyasetin merkezinde olmanın temel koşuludur.
Ancak CHP seçmeninin önemli bir kısmı, bu dinamik yapıya karşı sabit ve kapalı bir pozisyon alıyor. Bu da değişimi etkileme potansiyelini sınırlandırıyor. Kendi çevresi içinde tutarlı, ancak geniş toplumla etkileşimi zayıf bir yapının, siyasi anlamda büyümesi ya da alternatif üretmesi mümkün değildir.
Siyaset, sadece oy verme davranışı değil; bir toplumun kendini nasıl gördüğü ve başkasına nasıl baktığıyla ilgilidir. Eğer bir seçmen kitlesi, yalnızca kendi gibi düşünenlerle temas kuruyorsa, siyaset bir diyalog değil, monolog haline gelir. Bu da toplumu bir arada tutan bağları koparır.
Türkiye’nin gerçek değişimi, farklılıkları dışlamaktan değil; onlarla konuşmaktan geçiyor. Ve bu konuşmayı başlatacak olan da, yalnızca seçim sonuçları değil, karşısındakine tahammül etme cesareti gösterebilenlerdir.
Prof. Dr. Behçet Yalın Özkara’nın değerlendirmesi oldukça isabetli: “Kutuplaşma söylemini sahiplenenler, aynı zamanda ayrışmayı derinleştiriyor.” Bu ifade, özellikle muhalefet cenahında sıkça dile getirilen “demokratikleşme”, “kapsayıcılık” gibi kavramların sahada karşılık bulmadığını gösteriyor. Yani daha fazla demokrasi, daha fazla kapsayıcılık talep eden çevreler, karşı tarafla iletişimi tamamen keserek, kendi söylemlerine ters düşen bir pozisyona savrulabiliyor. Bu söylem-eylem çelişkisi, siyasetin değil, toplumsal dönüşümün önündeki en büyük engellerden biri. Söylemde hoşgörü, pratikte tahammülsüzlük hâkimse, burada ciddi bir yüzleşme ihtiyacı var demektir.