Ölümü Türkiye'yi yasa boğdu!.. Eşi, Dilek Hemşire’yi anlattı!.. Her satırı yürek sızlatıyor!
Dilek Akçabelen, hamileyken korona virüse yakalandı. Çok istediği bebeğini uzaktan birkaç saniye gördükten iki gün sonra yoğun bakıma girdi, bir daha çıkamadı.
Tüm Türkiye’yi hüzünlendiren Dilek Hemşire’yi eşi Tansu Akçabelen ve yakınları Hürriyet'e konuştu: “Dilek çok özel bir ruhtu. Kimseyi incitmeden gitti bu dünyadan.”
Sinoplu Ünzile-Kemal Çetin çiftinin ilk çocuğu Dilek Hemşire... Bir de kendinden bir yaş küçük erkek kardeşi var. Emekçi bir aile. Baba emekli, anne hâlâ özel bir okulun mutfağında çalışmaya devam ediyor.
Kızları okusun, meslek sahibi olsun, ayakları üzerinde dursun diye yüreklendirmişler. Dilek de onları hiç üzmemiş. Hatta öyle bir sorumluluk almış ki kardeşi Mertcan Çetin, “Evimizin direği ne annem ne babamdı, ablamdı” diye anlatıyor...
Kıvır kıvır saçlı, sarışın bir kız çocuğu, her zaman mülayim. Akrabalar arasında adı ‘Prenses’. Aynı zamanda meslektaşı da olan bir akrabası “İmrenilen bir kız çocuğuydu. Herkes onu ‘Prensesimiz’ diye severdi. Narin, sevecen... Çok başka, çok ayrıydı, özel bir ruhtu” diyor.
Kocası Tansu Akçabelen ile 2014 Haziran’da tanışmışlar. Sosyal medyadan, bir ortak arkadaş vasıtasıyla. Tansu Zonguldak’ta, o İstanbul’da. Sonra Tansu İstanbul’da iş bulmuş, ilişki de ciddiye binmiş. Bir içmimarlık firmasında ahşap projeleri yapıyor Tansu Akçabelen.
2017’de nişanlanıp bir yıl sonra 28 Nisan’da evlenmişler. Biz konuşurken, sanki içeriden Dilek’in sesini duyuyordu... Duygularını fazla belli etmeyi sevmeyen biri, ağlamamak için sıkıyor kendini ama mümkün değil elbette. Sık sık kesiliyor sözü, uzaklara bakıyor: “Dolu dolu bir kızdı. Pozitif. Çocukları ve yaşlıları çok severdi. Mesleğini isteyerek seçmişti, işine âşıktı. Beş yıl yoğun bakım hemşiresi olarak çalıştı. Evlenme sürecinde ameliyathaneye geçti. Hastane ortamını ben sevmem, kokusu bile beni kahreder. O ameliyathanede yaşadıklarını anlatırdı, ben ürperirdim. Atan kalbi elinde tuttuğunu anlatırdı mesela...”
‘Keşke daha erken evlenseydik’
Cesur ve çalışkan bir hemşire olduğunu çalışma arkadaşları da anlatıyor:
“Ben bilmem ve yapamam demezdi. İşbirliği ve iletişimi kuvvetliydi. Hastanede herkesin sevdiği biriydi. Yapılan törende yüzlerce çalışma arkadaşı gözyaşı döktü...”
Tansu Akçabelen’in bir pişmanlığı var: “Keşke daha erken evlenseydik!” Rüya gibi geçmiş iki yıllık evlilikleri. Sık sık tatillere gitmişler, aile köklerinin olduğu köylere, kuzenlerin çalıştığı şehirlere... Hayalleri de eğer bir gün olursa İstanbul dışında küçük bir şehre yerleşmekmiş. “Girdiği her ortama ayak uydururdu. Karşısındaki kişiye hemen pozitif enerjisini yansıtırdı. O farklıydı” diye anlatıyor Akçabelen. En çok, çocuk sahibi olmayı istemiş hayatı boyunca. İlk bebeğini düşükle kaybetmiş. İkinciye hamile kalınca yere göğe sığamamış sevinçten. “Eve geldim, bir küçük paket verdi bana. Zaten hep hediye alırdı. Sürpriz yapmayı severdi. Her özel günde ve ne zaman isterse... Açtım paketi, bir küçük çift patik çıktı. Anlamadım. Göz göze gelince...” Gözlerimiz doluyor, bu sefer her ikimiz de uzaklara bakıyoruz.
İsim konusunda epey düşünmüşler. Not defterini gösteriyor bize, sevdiği isimleri not etmiş, Tunç ilk sırada. “Mete düşünüyordu. Atlas, Bulut, Doğa, Ilgaz...” Hep tabiattan isimler. Sevdiği şeylerden. O sırada not defterinin arasından minik bir kart düşüyor, iki yıl önce bir iş arkadaşının gönderdiği çiçeğin kartı...
‘Doğumdan gülerek çıktı, her şey normaldi’
Birlikte gezmek ve yemek yemekmiş Tansu ile Dilek’in en sevdikleri. Mutfağa girmek, birlikte pişirmek, bir de ‘nerenin nesi meşhur’ takip edip, buldukları ilk fırsatta gidip deneyimlemek: “İstiklal’de bir profiterolcü varmış haberini mi okuduk, ‘Haydi gidelim’ der, çıkardık. Saat geç erken fark etmez. Nasıl gideriz demeden çıkar, tatlımızı yer, dönerdik. Her şeyden mutlu olurdu, ‘Şu eksik, bu eksik’ demedi hiç. Keşke daha erken evlenseymişiz... Kendimi en kötü hissettiğim andı, cenaze arabasıyla, düğün salonumuzun önünden geçmek... Bitti!”
Peki ne oldu; ne zaman, nereden geldi bu hastalık? Bilmiyor, anlamlandıramıyor eşi: “Böbrek rahatsızlığı başladı hamilelik sürecinde. Evdeydik. Kendine çok dikkat etti. Dışarı çıkmıyordu. Bebeğin bütün eşyalarını internetten aldık. Ağrıları başladı, böbreklerine yordu; ‘Hamilelik ağrıları, olur’ dedi. Ateşi yükselene kadar şüphe etmedik. 9 Nisan’da ateşi çıktı. O gün evde kendine ateş düşürücü serum taktı. Ben sıktım kolunu, kendine damar yolu açarken. 10 Nisan’da hastaneye gittik. Bir-iki ilaç verildi. Serum yapıldı, eve geldik. Gece tekrar gittik, nöbetçi doktor yatırdı. Ertesi gün de pozitif sonucu gelmişti. 13 Nisan Salı günü, 13.30’da doğum yaptı. Her şey normaldi. Gülerek çıktı doğumdan. Bebeği kucağına alamadı... Vermediler.
‘Çok sık ağlıyormuş’
COVID katına çıkardılar, loğusa olmasına rağmen. Annesi ya da ben girmek, onunla kalmak istedik. Kabul etmediler. Yalnız kaldı odada. 14 Nisan’da her şey normaldi. Görüntülü konuşuyorduk. 15 Nisan’da ‘Nefes darlığım var’ dedi. Çok sık konuşamadık. Arıyordu ama nefesi daralınca kapatıyordu. Çok sık ağlıyormuş meğer... Loğusa ruh hali, hastalık... 16 Nisan gece yarısı görüştük en son. Yüzü bembeyazdı. Söyledim... Gece 3’te yoğun bakıma alındı. Yaklaşık 46 gün yoğun bakımda kaldı. 40 günü ECMO’ya bağlıydı. Yapay akciğer ve kalp. Normalde o makinede iki hafta tutuyorlar. Ama Dilek 40 gün kaldı. Yaşatmak için çok çaba sarf etti arkadaşları. Akciğer fonksiyonları bitince organ nakli aramaya başladık. Nakil sırasına girdi ama akciğer en az çıkan nakillerden biri. Zaten başvurduktan bir hafta sonra kaybettik.”
Yoğun bakıma alınmadan önce eşiyle görüntülü konuşuyorlarmış. Bu ekran görüntüsüyse üçünün bir arada olduğu son kare.
Sadece uzaktan görebildiği Tunç bebek de kuvöze alındı doğunca. 20 gün kaldı. Tansu hep ikisinin beraber çıkacağının hayalini kurmuş:
“Hastane sürecinde bütün özel günlerimizin tarihleri geldi, geçti. Sürpriz yapmayı severdi ya, hep bir sürpriz yapıp uyanmasını bekledim. Olmadı...”
HAYATINI KAYBEDEN SAĞLIK ÇALIŞANLARI ‘SAĞLIK ŞEHİDİ’ İLAN EDİLSİN
Dilek Hemşire, tam bir sağlık neferi gibi yaşamış mesleğini. Komşuları çağırınca da koşmuş, yolda biri bayılıp fenalaşsa da. Eşi diyor ki: “Pazar akşamları bütün üniformalarını ütülerdi, bir kez kırışık üniformayla görmemiştir kimse onu. Tek isteğimiz, Tunç büyüdüğünde annesinin bir ‘sağlık şehidi’ olduğunu bilmesi. Korona mücadelesinde hayatını kaybeden tüm sağlık çalışanlarına ‘Sağlık Şehidi’ unvanı verilmesi tüm aileler gibi bize de bir nebze olsun huzur verir.” Kardeşi Mertcan Çetin ise ablasıyla daha çok şey paylaşma fırsatı varken paylaşmadığına üzülüyor şimdi. “O kadar mükemmel bir ablaydı ki benim bir şey yapmama gerek kalmıyordu. Çok sık mesaj atmazdım mesela. ‘Abla’ yazdığımda hemen anlardı, ‘Tamam para gönderiyorum’ derdi. Şu Küçükçekmece’de 1 milyon insan yaşıyorsa 100 bininde eli vardır. Hastaneye yatırdık, enişteme mesaj atmış, ‘Mertcan’ı eve gönder’. Kıyamazdı.”