Unutulmamaya muhtaç gerçekler: 30 yıl önceki terörle mücadele
Karanlığın içine süzülüyor, daha koyu olan vadiye doğru iniyoruz. Gecenin sessizliğinde hep alıştığımız gibi, önümüzdeki kişiyi takip ederken, en baştaki Muharrem Üsteğmenim kolu yavaş yavaş derin vadinin içine çekiyor. Gecenin karanlığı ve arazinin zorluğu; bilindiği gibi. İniş zorluyor. Belki de çok uzun yıllardır insan ayağının değmediği bir ormanın içindeyiz. Kurumuş, çürümüş, devrilmiş, dere yatağını doldurmuş ağaçların ve dallarının arasında kendimize yol bulmaya çalışıyoruz. Koca koca, yüksek kayaların en kolay inilebilen yerlerinden, bazen tutunarak, bazen yardımlaşarak, bazen de kıçımızın üstünde kayarak inmeye çalışıyoruz. Yani her şey bildiğimiz gibi, dağ gibi.
O kadar tırmaladık ki, artık ne kadar vakit geçtiğini kestiremez oldum. Çattığımız arazi, bizi kolayca aşağıya taşımadı. Sonra çiseleyen yağmur, terleyip içten ıslanmış bizleri, dıştan da ıslatarak, sahnedeki yerini aldı. Saatler geçtikçe, yoruldukça, yıprandıkça, zorlandıkça, zifiri karanlığın içinde yaptığımız tek şey, etrafı kontrol ederek, bizden olmayan sesleri, örneğin patlayabilecek ya da patlayan bir namlunun sesini duymaya ya da bir namlu ağız alevini görmeye çalışmaktı. Ve araziyle boğuşa boğuşa aşağıya doğru inmek, dibi bulmak, sonra da Khantur dağının eteklerine sardırmaktı.
Uçtaki koç gibi üsteğmen görev ve can havliyle araziye bodoslama bir koç vuruşu yapmıştı. Dere, tepe, ağaç, kaya demeden dümdüz gidiyordu. Gidiyordu da neredeyse bu gidiş yüzünden boynum kırılıyordu. Fena düştüm. Gecenin karanlığında bir kayanın üstünden attığım adım, olanca ağırlığımla, ağırlaşmış teçhizatımla, kodum mu oturtan 102 santimlik G-3’ümle ve olanca boş bulunmuşluğumla dibi meçhul karanlık boşluğa atılan korku dolu bir maceraya dönüşünce, tutunmaya çalıştığım boşlukta çırpınıp durdum. Hemen sonra da gökten düşen bir manda boku gibi yere çakıldım. Allah’tan çakıldım. Böyle bir durumda uzun süre uçmayı ister miydim? Neyse, işin gırgırı.
Düşmek, çarpmak kolaydı da, hırpalanmadan kalmak zordu. Askerlerimin el yardımlarıyla kendimi ve teçhizatımı topladıktan sonra ıhlaya ıhlaya, söve söve, boynumu ovuştura ovuştura yürüdüm.
Şimdi de dik bir inişten çapraz sapmalar yapıyoruz. Tek amaç var. Geç kalmadan, vadi tabanına ulaşmak ve gecenin karanlığında vadi tabanından yani mahkum araziden sıyrılmak.
***
Dibi geçtik de, şimdi de karşımıza dikilen bu devasa kayayı nasıl çıkacaktık? Kara bir duvarı andırıyordu. Sinirlendiriyordu insanı. 30-40 metre, belki biraz fazla, belki biraz az bir yüksekliği vardı. Görüntüsü yıldırıcıydı. Bu bile öfkemi ayağa kaldırmaya yetiyordu.
Can havliyle, gayretle, öfkeyle, sabırla, saldırdık ve sardırdık. Askerlerim bulabildiği en küçük çıkıntıdan yararlanarak kimi tırmanıyor, kimi de sürüne sürüne, önüne gelen bu kayalığı çıkıyor. Gece bir süre yağıp şimdi de duran yağmur, kayalığı canımızı dişimize takarak kanırtacak bir kayganlığa getirmiş. Sanki tırmanmıyor, tırmalıyoruz. Birbirimizi itiyoruz, çekiyoruz, omuz veriyoruz. Şimdi sadece ama sadece, sırta varmaya çalışıyoruz. Bir yer var. Tırmanacak mıyız, büküle büküle mi çıkacağız, yoksa takla mı atacağız belli değil. Tutmaya çalışıyorum, kayıyor. Basmaya çalışıyorum, kayıyor. Artık yeter diyor, sövüyorum. Çaresizlik içinde, tekrar denemek üzere bakıyorum. Sonra nasırlı bir el uzanıyor. O ele tutunuyorum. El bile kaygan. Daha doğrusu ağırlığımdan dolayı, elim elinden, ben de oradan aşağıya doğru kayıyorum. Tırmalıyorum. Ve sonunda paçayı kurtarıyorum. Bu kez ben el uzatıyorum.
***
İşte tam bu sırada küçücük bir çatırtı kulaklarımda yankılandı.
İlk duyulan buydu: Üç el silah sesi!
Sonra zaman sanki bir an durdu. Sanki zaman yaşadı şoku. Bundan sonra hiçbir şey, ne düne ne de dünden öncesine benzemeyecekti.
Ve nihayet kızılca kıyamet koptu.
Üç el silah sesiyle başlayan çatışma, hemen ardından alabildiğine yoğunlaştı. Tırmandığımız hattı karşılayan, bütün cepheden ateş kusuyorlardı. Bir de bunların muhatabı, ilk ateşin şokunu çoktan aşmış üçüncü bölük timlerinin verdiği karşılık vardı.
Etkisinin ne olduğunu bilemediğimiz, hatta düşünmediğimiz üç atım silah sesinin ne anlama geldiğini öğrenmek uzun sürmedi. Ne olduğuna ilişkin haber apansız geldi. Haberi aldığımız bu an, mecalimizin kesildiği andı. Kırıldık kaldık. Derin bir yeis, şahadet karşısında, ölüm karşısında yaşanan çaresizlik.
Üç atımlık silah sesiyle gelen haber, sanki uçup giden mermilerin semaya çizdiği kader mesajıydı. En önde giden üç yiğidin şahadet müjdesini taşıyorlardı.
Sonra gök bile yandı ya…
Hiçbir şey olmadı. En azından şu ana kadar. Ardından atılan binlerce mermi, şu ana değin hiçbir şey yapamadı.
Ama yapacaklardı!
***
İşte böyle…
İlk üç mermi, ilk üç şehitti.
Şair, “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor. Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor...” diyordu.
Ne şairi!? Bunu tarih söylüyordu.
Dedim ya…
Bundan sonra hiçbir şey, ne düne ne de dünden öncesine benzemeyecekti.
Irak’ın kuzeyindeki bu yalçın, ulaşılmaz, erişilmez, bilinmez dağlarda Mehmetçik, kendine, milletine, devletine, onuruna ve tarihine bir gelecek arıyordu.
Ve bu üç şehitle bugün yeni başlamıştı. Ve delicesine bir mücadeleyle bütün gün devam edecek, kan akacak ve akan kanla geceye kavuşacaktı.
Ama bitmeyecekti.
Yarın da devam edecekti.
Aynı bugün dağlarda çöllerde yapıldığı gibi. Tee, o günlerden bu günlere bir şeyler söylüyordu dağlar.
***
Bu yaşananlar bilinmeye muhtaçtı.
En azından unutulmamaya, hatırlanmaya, ahde vefaya.
Yarın 30 yıl önce bugün, yani 27 Ekim’de yaşananlarla devam edeceğiz...