Yolu gör...
Yirmilerime kadar kafam önde, omuzlarım yerde yürürdüm. Olmuşu bitmişi, olmamışı bitmemişi, her nasılsa yeri doldurulmuşu, her nedense yerine koyulamamışı sırtlanıp yollar yürürdüm. Sonrası hayat telaşıyla yürümeyi unutarak ve daha çok koşarak geçti.
Buzlu bir camın arkasından bakarken de yürünürmüş, boş gözlerle de gidilecek adres bulunurmuş...
Bulunurmuş ki, hiç kaybolmadım hayatımda. Bugün ilk kez, ne güzel ki ilk kez, tarihini, dokusunu, kokusunu bilmediğim bir şehirde kayboldum. Bilerek ve isteyerek kaybettim kendimi.
Yürürken kontrolü ele alıp yola bakmayı değil, göğe bakmayı seçtim. Sürprizlere açık olmayı, karıştırırsam sakin kalmayı, gerekirse başa dönmeyi; ama mutlaka göğe bakmayı, maviyi görmeyi, gözümün kararması pahasına güneşle yüzleşmeyi seçtim.
Ve başımı kaldırdığımda gördüm... Betonun ardındaki zümrüt tepeleri, tepelerin ardındaki ufuk çizgisini, önünden geçerken, hep sert ve haşin gövdesine baktığım koca koca ağaçların, güneşi öpen cânım çiçekleri olduğunu gördüm.
Ve gördüm ki, ne kadar yol yürüdüğün değil, nasıl yürüdüğünmüş aslolan.
Yürümek her kişinin harcı bir eylem nihayetinde... Yolu görebilmekse er kişinin harcı vesselam...