Ferdi, Müslüm, Orhan… Bu nefret ve hadsizliğin sebebi ne?

Yukarıdaki isimlere daha niceleri eklenir.

Kibariye, Güllü, Azer Bülbül, Mine Koşan, Bergen, Dilber Ay, Gülden Karaböcek, Özcan Deniz…

Hepsi hayatlarımıza dokundu, bizleri çoğunlukla ağlattılar…

Onların hayatları da en ağırından bir Yeşilçam filmi kadar dramatik ve arabesk çünkü. Boşuna değil hiçbir şey.

Zaten seviyoruz ağlamayı, bu yüzden iyi geldiler hepimize. Yüzbinler değil, milyonlar dinledi onları, bağrına bastı haykırarak.

Acıları öylesine sahiciydi ki kendilerini bile jiletlediler.

Böyle bir halk adına, o halka rağmen solculuk yapıyorduk onların dinlediği arabeski aşağılayarak.

Oysa yüreklerimiz başka bir şey söylüyordu. Kaderimizin bir oyunuydu bu bize.

Sonra koyverdik gitti.

Yasak aşk gibiydi Arabesk. Öyle bir mahalle baskısı vardı ki üzerimizde. Ama birden yalnız olmadığımızı anladık, gizli gizli dinliyorduk. Sonra hücreler oluşturduk. Orhan Baba ve Müslüm Gürses’i rakı masalarımızda bir sırrı saklar gibi içimize çekiyor ve avaz avaz şarkılarına eşlik ediyorduk.

Türkiye Komünist Partisi’nde (TKP) bu işin öncüleri vardı. Bana Arabesk “mikrobu” nu bulaştıran Gırgır’dan ayrılarak Mikrop diye çok başarılı bir mizah dergisi çıkaran, kendisi de TKP’li Engin Ergönültaş’tı. Bir Üstad çizer bana göre. Belki hatırlamaz, Barış Derneği olarak Uluslararası Barış Konferansı için Kuşadası’na giderken yol boyunca beynimi yıkamıştı.

Türk edebiyatının ilginç isimlerinden, Gabriel Garcia Marquez’in fantastik gerçeklilik tarzındaki romanı “Sevgili Arsız Ölüm” ve “Berci Kristin Çöp Masalları” adlı romanlarıyla “best seller” olup yüzbinler satan Latife Tekin de Arabesk konusunda Engin Ergönültaş’tan etkilenenlerden. Hikâyelerimiz hep aynı. Verdiği bir röportajda bu sergüzeştine dair bir anlatısı var:

“O zamanın genç solcularıyız. Marş söylüyoruz, bir yandan da solun bize dayattığı, bizim olmayan bir müziğe ve ritmine, o duyguya karşı, inadına Arabesk dinliyoruz. Türkiye’de herhalde ilk arabesk yazısını Engin Ergönültaş yazdı Sanat Emeği dergisinde. Engin’lerle aynı politik hareketin içindeydik. Engin'lerin evinde buluşurduk Kuzguncuk’ta. Sabahlardık ve Arabesk dinlerdik.”

Ben hiç Ferdici olmadım, Allah rahmet etsin. Gassal dizisinde onunla aynı toprakların çocuğu Şahin Kendirci’den “Yanar Yanar” ı dinleyince onu epey ihmal ettiğimi anladım.

Ama ben sonuçta Orhan Baba, Müslüm ve Gülden Karaböcek’i tek geçerim.

Ağırdan başlayan, sonra aniden çıkan ve sizi içine çeken bir kasırga gibidir Gülden Karaböcek. Bir kulüpte başından aşağı gül yaprağı döktürmüşlüğüm vardır Yeşilçam filmlerindeki gibi. Gülden hanım bile şaşırdı. Sevgili dostum, Şair ve Şiir Okuyucusu İbrahim Sadri de Arabesk tutkunu ve benim gibi Gülden fanıdır. Onunla Radyo Turkuvaz’da sabahları haber programı yaptım bir yıl. Her programda neredeyse bir Gülden attırırdık. Pek bilinmez ama Onun şiirlerinden biri de Özcan Deniz tarafından, o şahane tenor sesiyle seslendirildi. Neredesin Firuze filminde yayınlandı ilk kez. Dinlemelere doyamadığım BENİ AFFET adlı şarkı…

Sol kesim arabesk konusunda ikiye ayrıldı.

Şehirli ve küçük burjuva sosyalistler, liberaller kendi kültüründen, toprağından utanmayanlar arabeske kalplerini açtı. Bu yüzden Engin Ergönültaş örneğini verdim. Misal Müslüm Gürses’i bu kesime sevdirenlerden biri de Murathan Mungan’dır. Müslüm Gürses Bülent Ortaçgil bestelerini ve Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı Yeni Türkü şarkılarını söylediğinde, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda yepyeni bir kitleye seslendi. O konserde dediğim gibi şehirli solcular vardı. Gülhane Parkı’nda kendini jiletleyen hayran kitlesi değil. Ama öyle bir duygudaşlık doğmuştu ki her iki kitle de birbirine kaynaşıp Müslüm’ü dinleyebilecek kıvamdaydı.

Müslüm o kadar çok sevildi ki hayatını anlatan filmi gişede 9 milyon kişi izledi. Ekranlarda da on milyonlar.

Arabeske uzak duran sosyalistler ve CHP’liler ise genellikle ülkesinden, kökenlerinden utanan, kendilerine zorla klasik batı müziği ya da bayat oldies şarkıları sevdirmeye çalışan kesim oldu hep. Hep kompleksliydiler kökenlerinden dolayı. Atatürk dönemindeki “Aydınlanma” çağında Türk Sanat Müziği ve türkülerin yasaklandığı yılları özleyip “Batılılaşma” nın yolunun buradan geçtiğini sanan, kibirleri yüzünden cahilliklerinin farkına varamayan kesimler.

Şimdi herkes Tele-1 televizyonunda Musa Özuğurlu’nun Ferdi Tayfur’a “Berbat bir ses ve ağlak bir arabeskçi” demesine tepkili, oradan geldi aklıma tüm bunlar. Kıroluğun zaman zaman böyle anlarda dışarıya yansıdığına sık sık tanık oluyoruz.

Ferdi Tayfur’a hakaret ederken kendisine nasıl bir anlam yüklemeye çalıştığını tahmin edebilirsiniz.

Oysa çok basit.

Sevmeyebilirsin ama hakaret edemezsin.

İzzet Çapa da benzer sözleri söylemiş, hem de ağır sözlerle:

Kimsin sen? Hangi bilgiyle, hangi donanımla, hangi hakla bir kültürü, bir insanı küçümseyebiliyorsun? Ferdi Tayfur’un sanatını beğenmek zorunda değilsin. Ama bu sana hakaret etme, saygısızlık yapma ve bir kültürü aşağılama hakkı vermez. Müzik bir duygudur, bir haykırıştır. Senin "ağlak" diye küçümsediğin o şarkılar, başkalarının hayatında umut oldu. Arabesk, bu toprakların kültürüdür, tarihidir. Senin gibi sığ bir zihin, o kültürü anlamaktan ne kadar uzaksa, eleştirme hakkından da o kadar uzaktır. Çünkü sanatı eleştirmek birikim ister, kültür ister. Ama senin yaptığın eleştiri değil; sıradan bir saygısızlık, ucuz bir gündem yaratma çabası. Bu milletin kültürüne, tarihine saygı duymayı öğrenemiyorsan, bari bu toprakların değerlerine dil uzatma. Haddini bil!

Musa Özuğurlu özür dileyerek açıklama yapmış sosyal medya hesabından ve sıvamış. Eleştirisi Ferdi Tayfur’un kendisine değil müziğine imiş.

Hitler ile birlikte son yüzyılın en zalim tiranlarından biri olan Beşar Esad devrildikten ve Suriye halkı özgürlüğüne kavuştuktan sonra “İsrail tanklarını Şam’ın kalbinde görmek istiyorum” diye tweet atan birinden çok da fazla bir şey beklememek gerek aslında.