Hizbullah ve PKK; 995 km’nin hatırlattığı…
Daha ilk satırlarda Hizbullah’ın adını ilk kez, ne vakit sıklıkla işitmeye başladığımı anımsamaya çalıştım.
Konca Kuriş’le, evet.
Tuhaf, ilginç bir kadındı. 1990’lı yılların kaotik, belirsiz, faili meçhul cinayetlerle dolu dönemlerinde ortaya çıkıp, aniden televizyon ekranlarında boy gösteren, başörtülü ve entelektüel kelamlar eden, feminizm, din, İslam ve kadın üzerinden ilginç tartışmalar açan, bu haliyle de çok ilgi çeken bir figürdü. Henüz 16 yaşındayken evlenmiş ve bu evlilikten beş çocuğu olmuş, İslamiyet’le 1987 yılında kayınpederinin mensup olduğu Nakşibendi tarikatı vasıtasıyla tanışıp, sonraları Allah’a ulaşmanın yolunun tarikat ile olmayacağına karar verip Kurancılık akımını benimsemiş bir isimdi. Kendisi örtülüydü ama Kur’an’da başörtüsünün zorunlu olmadığını savunuyor, kadınla erkeğin yan yana namaz kılabileceğini söylüyordu. Bu söylemleri nedeniyle tehdit de almaya başladı. Teyzesi ile beraber Mersin’de bağımsız bir kadın Derneği’nde çalışırken Kur’an’ın dogmatik bir şekilde yorumlanmasını eleştirdiği için Hizbullah’ın hedefi haline gelmişti. 16 Temmuz 1998’de kaçırıldı. Cesedi 23 Ocak 2000 tarihinde Konya’nın Meram ilçesinde bir evde bulundu. Bu evin Hizbullah örgütünün hücre evi olduğu ifade edildi. Aylarca domuz bağı ile işkence gördüğü anlaşıldı. Türkiye Hizbullah’ı Konca Kuriş’in öldürülmesinin sorumluluğunu üstlendi.
Türkçe “Allah’ın Partisi” anlamına gelen Hizbullah’ın ismini o tarihten sonra neredeyse her gün televizyon ekranlarından işittik. 1979 ve 1980 yıllarında Diyarbakır’daki Vahdet kitabevinde Hüseyin Velioğlu liderliğinde faaliyete geçen Hizbullah önce fitre ve zekât adı altında esnaftan ve halktan zorla para toplama ile eylemlerine başladı. Ardından o sıralarda adını güçlü biçimde duyuran PKK terör örgütüne karşı bir tehdit haline geldi. Daha sonra örgütün birtakım elemanları imamdan fetva almamalarına rağmen ahlaksız olarak kabul ettikleri alkol kullananları ve mini etek giyen kadınları hedef aldılar, kendileri hakkında yazı yayınlayan gazetecileri öldürdüler. Ancak öldürülen bu gazetecilerin hepsinin de Hizbullah’ın derin devletle ilişkilerini ve iç içe geçmişliğini yazmış olmaları dikkat edilmesi gereken bir husustu. İddialara göre devletin karanlık odaları kendi elleriyle kurdukları PKK’nın kontrolden çıkması üzerine yine kendilerinin kurduğu Hizbullah’ın tetikçilerini kullanarak PKK’yı destekleyen birtakım siyasetçilere ve kanaat önderi olarak nitelenen isimlere yönelik suikastlar yaptırdı. İran tarafından da parasal ve eğitim anlamında desteklendiği ileri sürülen Hizbullah hakkında Konca Kuriş cinayetinden sonra geniş çaplı bir operasyon başlatıldı. İstanbul’daki birkaç iş adamının kaçırılması ve arkasından gelen 17 Ocak 2000’de Beykoz’daki bir ev baskından sonra örgütün kurucusu Hüseyin Velioğlu öldürüldü, Edip Gümüş ile Cemal Tutar gözaltına alındı. Güvenlik güçleri Hizbullah’ın önde gelen bütün elemanlarını yurt genelinde yürüttüğü operasyonlarda elleriyle koymuş gibi buldu ve örgütü dağıttı. Bu operasyonların ardından, Hizbullah 2000’li yıllar sonrasında şiddet içerikli olmayan sivil toplum faaliyetlerine odaklandı.
Sonuçta derin devletin kurdurduğu iki örgütten biri bitirilmiş diğeri ise akışına bırakılmıştı. Çünkü PKK lazımdı. O Türkiye’nin enerjisini tüketmekle görevliydi ve gelecekteki “Kürt devleti”nin kurulmasında önemli aparatlardan biri olacaktı. Kısaca meydan PKK’ya ve onların siyasal uzantısı olarak HEP’le başlayan, HADEP, DEP, HDP, YSP ve DEM gibi adlarla süregelen partilere kaldı.
Nobel ödüllü Peru’lu yazar Maria Vargas Llosa’nın deyimiyle Türkiye’nin şiddete tapan yarı felçli aydınları ve yazarları, PKK’ya ve siyasal uzantısı olarak kurulan bu partilere, Marksist, seküler, hatta Kemalizm’le de cilveleşen örgütsel bağları nedeniyle hep sempati ile baktı. Bu yüzden yazın alanında, medyada PKK’nın terör eylemlerini kınamak yerine, kurşunlanan, bombalarla ve patlayıcılarla katledilen insanlar için timsah gözyaşlarıyla üzüntü ifade edip devleti suçlamayı, bu şiddete “Kürt sorunu”nun sebep olduğunu söylemeyi adet haline getirdiler.
Gelelim başlıktaki “995 km”nin ne olduğuna.
Şair ve yazar MURATHAN MUNGAN’ın son romanının adı. Kitabın arka kapağında eserin polisiye olduğu ifade edilse de bu roman “Cihadın Askerleri” diye tarif ettiği Hizbullah’ı ve Hizbullah içindeki devletin bir tetikçisini anlatıyor. Derin devletin işkenceci amirlerinden talimat alan, bu talimatlar doğrultusunda Kürt kanaat önderlerini ve PKK’lıları öldürüp yok eden acımasız, soğukkanlı bir katilin portresi çiziliyor. Edindiği İslam anlayışını iliklerine kadar hisseden, bağlı olduğu örgütün devletle olan ilişkilerini asla sorgulamayan, verilen görevi harfiyen yerine getiren hem imamına hem de devlet içindeki amirine itaat eden bir tetikçi katil.
Hikâyede Kürtlere yönelik baskıları araştırmakla ünlü biri Türk (Kerem) diğeri Kürt (Rojda) iki gazeteci tiplemesi ile etrafındaki diğer yan unsurlar da var. Romanda yama gibi duran, arkadaş çevreleriyle Türkiye’nin politik durumuna dair analizler içeren didaktik konuşmalarla tasvir edilen, iyi kalpli, pembe TRT dizilerindeki konuşmaları andıran diyaloglarla yaratılan yapay bir dünyadan fırlayan karakterler olarak karşımıza çıkıyorlar. Murathan Mungan’ın daha fazla tanıdığını sandığım çevreyi ve onların içinde bulunduğu medya atmosferini, gazetecilerin kendi aralarındaki diyaloglarını aşırı derecede olumlayarak gerçeklikten uzak bir dille anlatmasını çok yadırgadım. Ama aynı Murathan Mungan Cihadın Askerleri adını verdiği Hizbullah yapılanmasını, tetikçinin ruh halini, tarikattaki imam mürit ilişkisini literatüre hayli hâkim bir dille anlatıp, bize sahicilik duygusunu ziyadesiyle hissettiriyor. Bu bölümlerin edebi değeri kabul etmek gerekir ki çok yüksek. Ama “Kürt önderler”i infaz eden tetikçilerden oluşan Cihadın Askerlerinin karanlık yapısını anlatırken kullandığı şiddeti mahkûm eden dilin dağdaki örgüt, yani PKK söz konusu olduğunda nasıl yumuşadığını gözlemlemek de ilginç oldu benim için. Objektiflik adına örgütün, yani PKK’nın yanlışlarını yazdığında ise yapılan “hata”ları kendi kendine durumdan vazife çıkaran üç-beş gerzek kendini bilmez militanın üzerine atmasını ise hayretle okudum. Murathan Mungan’ın ve altın kalpli gazetecilerin PKK yapılanmasına karşı toleranslı dilinin, yukarıda bahsettiğim Peru’lu yazar Maria Vargas Llosa’nın aydın tanımıyla örtüştüğünü görmek beni şaşırtmadı.
LLOSA NE DEMİŞTİ?
Llosa (Yosa diye okunur), demokrasilerdeki muhtemel hataları mahkûm edip, sosyalist rejim adı altındaki diktatörlüklerdeki gerçekliklere ve terör eylemlerindeki acımasızlıklara göz yumulması hâlini "Manevi Anlamda Yarı-Felçlilik" olarak tanımlıyor. Peki neden? Çünkü devrim mitosu hâlâ tüm kötülüklerin ilacı gibi sunulmaktadır. Bu yanılsama ya da ahlaksız perdeleme, zamanında Stalin'in Gulag vahşetini, Macaristan ve Prag katliamlarını, yüz binlerce Kübalının ülkelerinden kaçışını görmeyi engelledi.
Asıl örnek ise kurulduğu 1980 yılından beri şiddet ve terör sarmalı içinde yaşayan Peru demokrasisinden. Ülkedeki terörün kaynağı Aydınlık Yol, köylüler ya da işçiler arasında değil, üniversitelerde, öğrenciler ve öğretim üyeleri arasında örgütlendi. Eğitim yuvalarının yetiştirdiği "aydın" tipi, bu örgütü çılgınca haklı gösterdiği için Peru kan gölüne döndü. Llosa, kuş beyinli militanların gözü peklikleri, fedakârlıkları, intiharı andıran tavırlarının bu entelektüelleri baştan çıkardığını söylüyor. Bu yüzden yarı-felçli aydın tipi şiddetle seve seve özdeşleşmekte, bu hareketlerin şeflerini dinsel bir ayinle putlaştırmakta.
Bu arada Llosa'nın Aydınlık Yol'un suikast girişimine uğrayıp kıl payı kurtulduğunu da belirtelim.
Llosa'nın sözleriyle Türkiye gerçeğine bakacak olursak, eylem hevesleri geçen, değerler sistemi altüst olan bu yarı-felçli bakış, ötekine saldırarak kendini ülküleştirir, ülkelerinde kötü giden şeyleri öne çıkararak demokrasiyi küçümser ve ideolojisini kutsar. İdolleştirdiği teröristlerin kötülükleri üzerlerine yapışmaz, teflon tava gibidirler.
Evet, bugün HÜDAPAR ile birlikte başlatılmak istenen, Hizbullah üzerinden PKK’yı aklamak isteyenlerin çabalarını ele alırsak Murathan Mungan’ın 995 km adlı romanı müstesna bir yere oturuyor.
Şunu söyleyeyim; Murathan Mungan gibi şairliği ile ayrıcalıklı bir yere sahip olan bir yazarımızın bu son romanı hakikaten insanda bir tamamlanmamışlık duygusu yaratmakla kalmıyor, teknik olarak pek çok hatayı da içeriyor. Öyle ki romanı okuyup bitirdiğinizde “Yazar bu gazetecileri neden anlatmış” diye sormadan edemiyorsunuz. Öyle bitiyor ki kitap, galiba yazar artık sıkıldı ve onun için yarıda bıraktı diye düşünmekten alıkoyamıyor insan kendini.
Öte yandan Saim Baran adlı bir “Kürt kanaat önderi”ni öldürdükten sonra devlet içindeki amirleri tarafından Diyarbakır’dan Alanya’ya gitmesi talimatını alan bir Hizbullah tetikçisinin 995 km süren yolculuğunu okumak hayli ilginçti. İyi anlatılmıştı ve dediğim gibi Murathan Mungan bu TETİKÇİNİN RUH HALİNİ tatmin edici bir şekilde bizlere yansıtıyordu ama hepsi bu kadar. Dediğim gibi eksikti, kekremsi bir tat bıraktı. Merak edip okuyan hayranlarının ne diyeceğini bilemem tabii.