“Karıncanın hatırını sormayı unutandan Süleyman olmaz.”
Uzun süredir gündemde tutulan sokak hayvanları konusu can sıkıcı bir hale geldi. Aslında her şey başıboş köpekler söylemi ile başladı. Bu kavramı ortaya atanlar ve yayılmasını sağlayanlar hayati bir meseleye temas ediyoruz algısını başarılı bir şekilde yürüttü ve başıboş köpekler meselesi Türkiye’nin ana gündem maddesi tayin edildi.
Neticede 30 Temmuz’da TBMM Genel Kurulu’ndaki oylamada kabul edilen ve Meclis’ten geçerek yasalaşan 17 maddelik “160 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, Resmi Gazete’de yayımlandı. Böylece kanun 2 Ağustos’tan itibaren yürürlüğe girmiş oldu.
Kamuoyunda tepkilere neden olan sokak hayvanları düzenlemesi Meclis’ten geçerek yasalaşsa da kanunların nasıl uygulanacağına yönelik endişeler ortadan kalmış değil. Son bir haftalık süre zarfı içerisinde endişelerin yersiz olmadığını anladık. Niğde, Bartın, Altındağ, Bitlis, Silivri başta olmak üzere ülkenin her köşesinden insafa sığmayacak kötü görüntüler gelmeye başladı ve nasıl köpek avına çıkıldığını gördük.
“Topla, aşıla, kısırlaştır ve yerine bırak” uygulaması yürürlükten kaldırıldı. Hayvanları Koruma Kanunu'na göre bakıma ihtiyacı olan ya da kısırlaştırılması gereken sokak hayvanları, tedavisi tamamlandıktan sonra alındığı sokağa geri bırakılıyordu. Sokaktaki hayvanları tedavi ya da kısırlaştırma amacı olmaksızın toplayıp yerinden etmek kanunen yasaktı. Artık değil.
Meclis'ten geçen yeni yasa, sokaktaki tüm köpeklerin toplanarak sahiplendirilinceye kadar barınaklarda bakılmasına hükmediyor. Yerel yönetimlere bakımevi kurmaları ve mevcut barınak şartlarını iyileştirmeleri için 31 Aralık 2028'e kadar süre tanıyor. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen belediye başkanlarına 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilmesinin önü açılıyor.
Hükümet, bir önceki “topla, aşıla, kısırlaştır, yerine bırak” kuralını uygulamayan, uygulanmadığı için yasanın ihtiyacı karşılamadığını, sorunu çözmediğini gerekçe göstererek çıkardığı yeni yasa ile belediyelere söz geçirmeye çalışacak. Oysa “topla, aşıla, kısırlaştır, yerine bırak” kuralı yerel yönetimler tarafından sistemsel düzenli bir şekilde uygulansaydı bugün başıboş köpekler sorunu denen bir gündemimiz olmayacaktı.
Özetle; belediyeler görevini yapmadığı için ortaya çıkan soruna yine belediyeler eliyle çözüm aranacak. Peki, belediyeler ihale, rant, israf, yapboz işinden başını kaldırıp sokak hayvanları için bakımevi yapıp, barınak şartlarını iyileştirmeye yönelik mesai ve bütçe ayırır mı? Hiç sanmıyorum...
Pek çok meslek örgütü, sivil toplum kuruluşu, hayvan hakları savunucuları var. Sahiplendirme ve sahiplenme konusunda belediyeler ile sağlıklı iletişim kurulur, çatışmadan iş birliği yapılırsa bakımevleri ve barınakların iyileştirilmesi, sokak hayvanlarının rehabilite, tedavi edilmesi ve beslenmesi sorununa insanca bir çözüm bulunabilir.
Yaradılanı severim yaradan ötürü düsturundan it severler düzeyine ne ara gelindi?
Türklerin doğa ve hayvanlara karşı beslediği saygı ve sevgi eski çağlardan bu yana hep ileri düzeyde olmuştur. Türk tarihinde hayvanlara olan yaklaşımlara bakıldığında; yüksek bir medeniyet ve anlayış görüyoruz. Avrupalı gezginlerin eserlerinde, Osmanlı’nın kuşlara, sokakta yaşayan kedi ve köpeklere olan hürmetinden, yük hayvanlarını korumaya yönelik çıkarttıkları kanunlardan sıklıkla bahsedilir.
Aynı dönemde Avrupa ülkelerinde hayvanların çuvallara doldurulup yakıldığı ve halkın bunu eğlenceye dönüştürüp festival havasında kutladığı yazılır.
Osmanlı'da, muhtaç durumda olan insanlar için aş evleri açılır, insanların dışında kedi ve köpekler de aç bırakılmazdı. Hayvanlara bakılması için işçi tutulur, maaş bağlanır, sokakta yaşayan kedi ve köpekleri besleyen fırıncılara ve kasaplara aylık para ödenirdi. Sokak hayvanlarının beslenmesi için mancacılık mesleği oluşmuştu. Halk sokak hayvanları için mancacı denilen kişilere para verir, yardım ederdi. Mancacılarda düzenli olarak sokakta aç kalan hayvanları doyururdu…
Saldırgan, çeteleşmiş ve hastalık taşıyan köpekleri sokaklardan toplamak, tedavi etmek, aşılamak, kısırlaştırmak, vatandaşla birlikte ortak projeler geliştirip bilinç oluşturmak, hayvanların hakkını gözetmek, beslemek bu kadar zor olmasa gerek.
Hayvanlara merhamet dini ve insani sorumluluğumuzdur.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi birer topluluktur.” (En'âm Suresi 38. Ayet) Evet, hayvanlar insanlar gibi yeryüzünün sakinleridir. Onların da yaşama, korunma, barınma gibi temel haklarının olduğunu bilmeliyiz. Varlık âlemine daima ibret nazarıyla bakalım.
Dünya bir denge üzerine kuruludur. Dengeyi bozmanın, haddi aşmanın ağır sonuçları olur. Hayvanların kafasına kürekle vurmak, ellerini ayaklarını bağlayıp işkence etmek, parçalara ayırıp çöpe atmak, kurşuna dizmek tarihi, inanç ve ahlaki değerlerimize tamamen ters düşüyor. Aklımızı, vicdanımızı bu kadar mı yitirdik. Hayvanlar insana, insanlar hayvana zarar vermesin. Bunun için biraz sorumluluk, biraz duyarlılık, biraz bilinç, biraz vicdan ve merhamet biraz da gayret yeterli…
Bu hassasiyete dikkat çeken güzel bir kıssadan hisseyle devam edelim…
Osmanlı Devleti’nin kudretli padişahı Kanunî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde zaman zaman gezintiye çıkardı. Ağaçları, çiçekleri çok sever, sarayın bahçesinde kuş sesleri arasında denizi seyre dalardı. Bir gün yine bahçede dolaşırken meyve ağaçlarından birkaç tanesinde çürüme emareleri fark etti. Dikkatli inceleyince ağaçların karıncaların istilasına uğradığını gördü. Aklına ağaçları ilaçlayıp karıncalardan kurtarmak geldi. Ancak karınca da can taşıyordu. Bunun vebali olacağını düşünerek hocası Ebussuud Efendi’ye danışmak istedi. Hocasını odasında bulamayınca edebi üslupla bir soru yazıp odasına bıraktı.
Sanatkâr ruhlu bir hükümdar olan Sultan Süleyman, mahir bir kuyumcu olmasının yanı sıra Muhibbi mahlasıyla şiirler de yazardı. Ebussuud Efendi odasına döndüğünde onun ince bir üslupla yazdığı sualini tebessümle okudu. Sonra Kanunî’nin yazmış olduğu satırların altına şairane bir üslupla cevabını yazdı. Kanunî hocasına şöyle sormuştu: “Meyve ağaçlarını sarınca karınca. Günah var mı karıncayı kırınca?” Hocası Ebussuud Efendi ise şöyle cevap veriyordu: “Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca.”