Latif Şimşek: Erdoğan “şah” dedi; turnusol kağıdı Kılıçdaroğlu’nun elinde kaldı
CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Başörtüsü Kanunu” önerisinde samimi miydi, değil miydi? Hamle siyasi miydi çözüm odaklı mıydı?
Muhafazakârlardan oy almadan, Cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini bilen Kemal Bey, önemli bir hamle yaptı. Erdoğan, “şah” çekince, turnusol kağıdı Kılıçdaroğlu’nun elinde kaldı.
Çünkü, samimiyet şarta bağlanamazdı ve ispatlanması için yapılması gereken her şey yapılmalıydı.
Başörtülü parti meclisi üyesi, İmam-Hatiplilerle helalleşme, bozkurt işareti, gibi popülist yaklaşımlar, CHP tabanı tarafından karşı kitleyi etkilemeye dönük, özgül ağırlığı olmayan hamleler şeklinde algılandı. Ama iş başörtüsü hakkını Anayasa’ya koymaya gelince “bir dakika” dediler. “Laiklik” dediler.
Kanunla tehlikeye girmeyen laiklik, Anayasa’ya konulunca nasıl elden gidiyor onu da anlamadım. “Kanunla gelen nasıl olsa kanunla gider” rahatlığı mı?
DERTLERİ LAİKLİK MİYDİ?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip-mağlup tüm ülkeler yaralarını sarmak için, daha çok çalışmak, daha çok üretmek gerektiğinin farkındaydı. Öyle de yaptılar. Daha çok ürettiler, daha çok çalıştılar.
Savaşın perişan ettiği ülkeler bir bir kalkınırken, savaşa girmemiş Türkiye, toplu iğneyi bile ithal ediyor, kıtlıklarla boğuşuyordu. Bir yandan da dindarlara geçit vermiyor, din kitaplarını yasaklıyor, cemaatlerle uğraşıyor, ne pahasına olursa olsun laikliği koruyordu. Nuri Demirağ’ın ürettiği uçakları toprağa gömüyor, Devrim otomobilini oldu-bittiye getirerek, bir depoda çürümeye terk ediyordu. Ama olsun, “laiklik” elden gitmiyordu ya! Ekmek karneye bağlansa da laiklik dimdik ayaktaydı nasılsa. Asayiş berkemaldi.
Berlin’de, Paris’te, Londra’da, Roma’da kilise çanları çalarken, cemaatler kiliseleri doldururken, kimse laiklik tartışması yapmıyordu. Batılı öğrenciler çan sesleri arasında üniversitelere gidiyor, mühendisler yeni makineler geliştiriyordu. Bu arada Türkiye’de, “Sabah ezanı okunsun mu okunmasın mı?” sorusu gündemin en önemli maddesi oluyor, ilkokullarda öğrenciler, Amerika’nın lütfettiği, savaş artığı peksimet ve süt tozlarıyla karınlarını doyurmaya çalışıyordu.
LAİKLİK, PEKSİMET VE SÜT TOZU
1950’lerde ezan yeniden Arapça okunuyor, birileri yine “laiklik elden gidiyor” diye feveran ediyordu. Almanya Albert Einstein’ı, İtalya Enrico Fermi’yi, Fransa Alfred Kastler’i, ABD Edwin Hubble’ı yetiştirerek, bilim ışığında üretimin sınırlarını zorluyor; Türkiye, “Laiklik elden gidecek” korkusuyla tir tir titriyordu. Köy Enstitüleri tartışılıyordu. Dönemin muhalefeti CHP, iktidardaki DP ile el ele vererek (Altını çizerek söylüyorum, Amerika istediği için) kendi kurduğu Köy Enstitüleri’ni kapatıyordu. Türkiye NATO’ya giriyordu ve hâlâ toplu iğneyi yurt dışından almayı sürdürüyordu. Amerika Marshal yardımı diyerek, İkinci Dünya Savaşı’ndan elinde kalan süt tozu ve peksimetlerle Türkiye’yi kandırmaya devam ediyordu. Ama laiklik sağlamdaydı. Sorun yoktu.
1960 Mayıs’ına gelindiğinde Amerika istediği için Menderes ve üç bakanı idam ediliyor, Haziran’daki Kuruşçev-Menderes buluşması gerçekleşmiyordu. (Menderes, ABD’den ısrarla sanayileşmede kullanmak üzere kredi istiyor, ABD “tarım ülkesi olarak kalın” gerekçesiyle vermiyordu. Rusya, Menderes’e istediği krediyi şartsız vermeyi kabul etmişti ve Menderes ilk görüşme için Moskova’ya gidecekti).
Milli Birlik Komitesi’nin en önemli darbe gerekçelerinden biri, “laiklik ilkesine aykırı uygulamalara son vermek”ti. Darbeciler, Demokrat Parti'nin, “Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiği” kanısındaydı.
Milli Nizam Partisi 1971’de, “Laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu” gerekçesiyle kapatıldı. Laiklik kurtuldu ve herkes derin bir nefes aldı.
28 Şubat sürecinde Refah Partisi, ardından Fazilet Partisi aynı gerekçelerle kapatılıp, laik cumhuriyet için oluşan tehditler peş peşe bertaraf edildi. Kişi başı milli gelir üç bin dolardı.
2002 Kasım seçimlerinde Ak Parti tek başına iktidara geldi. “Başörtülü başbakan eşi olamaz” diyen mahfiller için laiklik ilk defa bu kadar tehlikedeydi. 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri, laikliği çok daha büyük bir sorunla karşı karşıya bıraktı. Çankaya Köşkü’ne başörtülü bir “First lady” çıkamazdı. Milli gelir 9 bin dolara dayanmıştı ama laiklik tehlikedeyse ne önemi vardı?
İKTİDAR İÇİN LAİKLİK SOPASI
27 Nisan Muhtırası tam da bu zamanda geldi. Paşalar, “Atatürkçülüğe, laikliğe ve Cumhuriyetin ilkelerine sözde değil özde bağlı bir Cumhurbaşkanı adayı” istedi. Paşalara rağmen Abdullah Gül seçildi; Hayrunnisa Gül, first lady oldu.
Aranan çare bir yıl sonunda bulundu. Kamuoyunun çok da yabancı olmadığı, pratik bir çözümdü. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, 14 Mart 2008’de, “Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle Ak Parti’ye kapatma davası açtı. AK Parti direkten döndü. Ama görüldü ki laiklik sapasağlam yerinde duruyordu.
“Laiklik elden gidiyor” tehdidiyle, sürekli millete sopa gösterenlerin amacı, laikliği değil, iktidarlarını korumaktı. Aslında kimsenin, laiklikle derdi, sorunu yoktu. İnancını yaşamak isteyenleri, engellemenin kestirme yolu, onları “Atatürk ve laiklik düşmanlığı” ile suçlayıp on yılda bir tepelerine binmekti. “Türkiye İran olmayacak” diye bağırırlarken de, Türkiye’nin hiçbir zaman İran olmayacağını en çok onlar biliyordu. Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü ise 20 yıldır iktidarda olan AK Parti, din ve vicdan özgürlüğü ile bir sorunu olmadığını kanıtladı.
Önemli olan, Sayın Kılıçdaroğlu’nu “helalleşmek” zorunda bırakan ve bu ülkenin inançlı insanlarıyla sorunlar yaşayarak gelmiş, geleneksel CHP politikalarının gerçekten değişip değişmediğidir.