Merve Dizdar ve Nuri Bilge Ceylan’lar bize neyi anlatıyor?
Yukarıdaki her iki isim aslında birer sembol. Son haftalarda adları ödül törenlerinde yaptıkları konuşmalarla öne çıktı sadece. Kendini “Türkiye’nin Aydını” olarak tanımlayan akademi, medya, siyaset ve sanat camiasından geniş bir kesimi temsil ediyorlar. Ve onların ne denli haklı olduklarını samimi biçimde düşünen milyonlarca insan da var.
Aslında Merve Dizdar ve Nuri Bilge Ceylan nezdinde, bu camianın Türkiye demokrasisine, sosyolojisine, ekonomi politikasına, kadınların toplumdaki yerine dair fikirlerinde samimi olduklarını düşünüyorum.
Bu samimiyetin, fikirsel yeterliliğin ve haklılığın bir kanıtı olmadığını parantez açarak belirtmeliyim.
Onların söylediklerini toptancı biçimde reddetmek yerine, eleştirilerinde neden gerçeğin yalnızca tercih edilen bir bölümü üzerine odaklandıklarını sorgulamak gerek.
Merve Dizdar’ın Cannes’da aldığı ödül sonra okumaya çalıştığı metinde şunlar yazılıydı:
"Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray'ın ve Nuraylar'ın duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor. Ödülü Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için, kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye'de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum."
Kanlı bir katliamın mağdurundan yola çıkılarak verilen siyasi bir mesaj.
10 Ekim 2015 tarihinde DEAŞ’ın yaptığı kanlı Ankara Garı Katliamı nedeniyle ayağını kaybeden Öğretmen Nuray’ın hikâyesi.
Nuray, o meydanda toplanan on binlerce HDP’li ve kendini solcu, sosyalist olarak tanımlayan kalabalıktan biriydi. Dizdar’ın en iyi kadın oyuncu ödülünü aldığı Kuru Otlar Üstünde adlı film, Nuri Bilge Ceylan sinemasının belki de en boğucu atmosferde geçen hikâyelerinden biri. Yine kış ve kar, yine Anadolu’nun ücra bir köşesinde; Erzurum’un Karayazı ilçesinde. Bu ilçenin Selim İleri’nin çok sevdiğim romanlarından “Yaşarken ve Ölürken” in de mekânı olması bir tesadüf mü yoksa sinemasına hayran olduğum Nuri Bilge Ceylan’ın bir göndermesi mi bilemiyorum.
Filmin kahramanı Nuray’ın bacağını kaybetmesine sebep olan Gar Katliamı Türkiye’yi 15 Temmuz FETÖ’cü Darbesi'ne götüren sürecin kilometre taşlarından da biri. Toplumda derin travmalara ve ümitsizliğe sebep olmuştu.
O katliamın mağdurları yukarıda da belirttiğim gibi ülkemizde kendini sol, sosyalist, devrimci, ilerici olarak tanımlayan, DİSK ve TMMOB benzeri STK’ların üyelerinden, HDP taraftarlarından oluşmaktaydı. HDP tüm gücüyle Ankara Garı’na on binlerce insanı yığmıştı.
Bu kanlı katliamla HDP ve silahlı kanadı PKK “mağdur” olmuştu!
DEAŞ adlı terör örgütü de faildi. Nuri Bilge Ceylan işte o katliamda bir ayağını kaybeden Öğretmen Nuray’ın hikâyesini anlatmayı tercih etmiş, onu canlandırma görevini de Merve Dizdar’a vermişti.
Tartışma burada başlıyor.
Dediğim gibi bu bir TERCİH meselesiydi. Ama neden?
Misal, 1 Ağustos 2018 tarihinde, bombalı PKK saldırısında öldürülen 25 yaşındaki Nurcan Karakaya ve 11 aylık bebeği Mustafa Bedirhan Karakaya, Nuri Bilge Ceylan’ın neden ilgisini çekmiyor? Nurcan Karakaya aracına binmiş ve çocuğuyla birlikte eşi Jandarma Astsubay Çavuş Serkan Karakaya’yı görev yerinde ziyarete giderken PKK’lı teröristlerin yola tuzakladığı patlayıcının infilak etmesi sonucu minik oğluyla birlikte hayatını kaybetmişti.
10 Aralık 2016’da, Vodafone Arena’daki iki intihar bombacısı PKK’lının saldırısı sonucu hayatlarını kaybeden 44 insanımızın arasından hikâyesi anlatılacak kimse yok muydu peki?
Polis memurluğuna üç ay önce başlayan 21 yaşındaki Mehmet Zengin’den, 19 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Berkay Akbay’a, 28 yaşındaki Selin Çelik’e kadar sayısız PKK saldırısı var yaşadığımız. 60 bin insanımız öldü, şehit oldu. Ülkemize verdiği zarar 50 yıldır 2 trilyon dolar diye ifade ediliyor. Yaşadığımız sıkıntıların kaynağı bu.
Bizim dünyaca ünlü olanları dâhil neden hiçbir sinemacımız PKK’nın şehit ettiği insanlarımızın, şehitlerden geride kalan yakınlarının, PKK saldırılarında ayaklarını kollarını yitiren gazilerimizin hikâyelerini anlatmaz?
Neden hiçbir romancımıza onların hayat hikâyeleri cazip gelmez?
PKK’nın gencecik yaşında acımasızca katlettiği Aybüke öğretmenin o yanık sesiyle söylediği Mağusa Limanı adlı Kıbrıs türküsünü dinleyip de ağlamayan insan var mıdır?
Yeterince dramatik ve trajik değil mi?
Biliyorum. Ortada PKK var. Bu camianın gözünde PKK tüm eleştirilerden azade. Aralarında bile konuşmuyorlar PKK’ya neden laf söylememek gerektiğini. Eleştirenler içine atıyor korkularından, diğerleri de zaten PKK’yı mücadelelerinden dolayı kutsuyor.
Merve Dizdar’ın oyuncu kankası Ezgi Mola bir PKK saldırısı sonrası PKK’nın ismini bile vermeden kınamıştı sosyal medyasından, linç edilmişti. Geri adım attı.
Çünkü terör örgütlerinin hukuku yoktur, karar verilir ve öldürülür Ama devlet öyle mi? Devletten korkulmaz, ona her türlü söz söylenir, eleştirilir, “katil devlet” denilir. Çünkü bu kadar ağır saldırdıkları devletin bir hukuku vardır, mahkemeleri vardır, yargısız infazları yoktur. Bunu bilirler ve rahat hareket ederler.
Burada hep atıfta bulunduğum PERU’NUN NOBEL ÖDÜLLÜ YAZARI MARİA VARGAS LLOSA’ya döneceğim yeniden. Çünkü Peru ile Türkiye’deki sosyoloji, “aydınlar” camiası o kadar benzer süreçlerden geçti ki Llosa’nın “Aydınlar” üzerine söyledikleri hayli önemli.
1980 yılından beri şiddet ve terör sarmalı içinde yaşayan Peru demokrasisi ile Türkiye hayli koşutluklar barındırıyor. Ülkedeki terörün kaynağı AYDINLIK YOL, köylüler ya da işçiler arasında değil, üniversitelerde, öğrenciler ve öğretim üyeleri arasında örgütlendi. Eğitim yuvalarının yetiştirdiği "aydın" tipi, bu örgütü çılgınca haklı gösterdiği için Peru kan gölüne döndü. Llosa, kuş beyinli militanların gözü peklikleri, fedakârlıkları, intiharı andıran tavırlarının bu entelektüelleri baştan çıkardığını söylüyor. Bu yüzden yarı-felçli aydın tipi şiddetle seve seve özdeşleşmekte, bu hareketlerin şeflerini dinsel bir ayinle putlaştırmakta.
Peki neden? Çünkü devrim mitosu, yöntemi TERÖR bile olsa hâlâ tüm kötülüklerin ilacı gibi sunulmakta. Bu yanılsama ya da ahlaksız perdeleme zamanında Stalin'in Gulag vahşetini, Macaristan ve Prag katliamlarını, yüz binlerce Kübalının ülkelerinden kaçışını görmeyi de engelledi.
Kandil dağına çıkıp "sizi kandırıyorlar" deyip Murat Karayılan'ı kışkırtan, Llosa'nın deyimiyle kuş beyinli militanların 6-8 Ekim Kobani vahşetini "Bu öfkeyi anlamalıyız" diye izaha çalışan, DHKP-C’li teröristlerin Savcı Selim Kiraz’ı makamında katletmesi üzerine “Bu eylem nasıl biterse bitsin çıkarılacak tek ders var: çocukları vurmayın, annelerini yuhalatmayın” diyen, Cumhurbaşkanı ile türkü söylediği için Yavuz Bingöl'ü linç edip, yüz binlerce insanın katili Esad'la boy boy fotoğraf çektirmekten utanmayan, olamamış devrimlerini ve alamadıkları intikamlarını PKK’yı kullanarak gerçekleştirmeye çabalayan, bunun için sürekli tahrik eden ve bunu da "gerçekleri dile getirmekle" izaha yeltenen yarı-felçli aydınımsıların durumunu Llosa'nın söyledikleri yeterince anlatıyor.
Siyasi tarihimizin seçkin ve ülkeye bir hayli katkısı olmuş siyasetçilerinden biri olan rahmetli CHP’li Bakan Prof. Dr. Turan Güneş’i burada anmadan geçmeyelim. Güneş de aydın geçinenleri eleştirir ve halka tepeden bakanlara itibar etmezdi. TÜRK DEMOKRASİSİNİN ANALİZİ adlı kitabındaki “AYDINLARIN DİKTATÖRLÜĞÜ” başlıklı bölümü özellikle tavsiye ediyorum. Güneş’in orada eleştirdiği aydın vasfının günümüzde bir parça olsun değişmediğini, hatta giderek faşizan bir hâl aldığını görmek de bugün yaşadığımız bir başka üzücü bir durum.
Yani Merve Dizdar’lar korkuyla karışık bir hayranlıkla ve sürü psikolojisiyle öncüllerini izliyorlar.
Esir edildikleri zihinsel çıkmazlarının alt yapısı ise maalesef MİLLİ olmayan maarif sistemimizden kaynaklı. Kolonize edilmiş beyinlerin Türkiye’nin kültür camiasına yayılması sonucu Merve Dizdar Cannes’da yaptığı konuşmada tabii ki şiddete tapındığının bile farkına varmadan kolay yolu seçiyor.
Herkes soruyor, “Neden Fransa tarafından katledilen milyonlarca Cezayirliye, tecavüz edilen, katledilen Cezayirli kadınlara adamadın” diye.
Belki bundan 60 yıl öncesine ait diye unutmuştur diyelim ama “Neden PKK tarafından kaçırılıp Kandil baronları tarafından tecavüz edilen, sonra ellerine silah verilerek ölüme gönderilen 12-13 yaşındaki kızlarımızın HDP önünde üç yıldan beri bekleyen annelerine; DİYARBAKIR ANALARINA adamadın bu ödülü?” diye sormak hakkımız.
Ama biliyoruz ki BU BİR TERCİH.
Her türlü vicdan kuaförlüğü için ellerinde kalem, kamera, kâğıt hazır ama PKK terörü ve onun mağdurları, on binlerce ailenin ortasına atılan bombalar, sıkılan mermiler, paramparça edilen hayatlar bu “aydınlar camiası”nın ilgi alanına girmiyor.
Bu bir kırılma noktası ve çözümü de yine aynı şekilde olacak.