SAĞCILIK ve SOLCULUK Dünyaya Hakkâri’den yayılmış…
Tam kaç adet İncil bulunduğuna dair birtakım okumalar yapıyordum ve şu meşhur, bizim Genelkurmay’ın kozmik odasında saklandığı belirtilen BARNABAS İNCİLİ keşke yayınlanabilse diye aklımdan geçiriyordum ki Türkiye’nin en önemli yazarlarından biri olan Muhsin Kızılkaya’nın son kitabı elime ulaştı.
YOLUN BİTTİĞİ YERDE adını taşıyordu kitap.
Muhsin Kızılkaya doğma büyüme Hakkârili.
Türkiye’nin en büyük değerlerinden biri olan Yılmaz Erdoğan ile de aynı zamanda hemşeri ve arkadaş. Benim de arkadaşım. Tanışıklığımız 1991 yılında Güneş gazetesine kadar gidiyor.
Elime aldığım her kitap heyecanlandırır beni.
Muhsin’in kitabını okumaya başladığımda biraz daha çoğaldığımı, bu yaşta bile hayata bakışımın değiştiğini fark ettim. Ama en mühimi şu. İnsan en yakın dostunu bile eğer o bir Yazar ise kitaplarından tanıyor daha çok.
Muhsin’in Türkçeyi 8-9 yaşlarına kadar bilmediğini misal.
Annesinin, babasının ve amcasının ona sürekli masallar ve o kadim coğrafyanın hikâyelerini anlattığını.
Artık babası tarafından Türkçeyi de öğrenmesi ve “adam” olması için bir yatılı okula gönderildiğinde başına gelenleri.
Son satırları yazarken elim titriyor biraz çünkü ben her çocukluk hikâyesinde aynı şeyi yaşarım. Türkçeyi bilmedikleri için kendisi gibi arkadaşlarıyla çektikleri ıstırabı, yatakhanede uyumadan evvel arkadaşlarına Kürtçe masallar anlatırken eğitmene yakalandığını ve sonrasında olanları…
Kapı açılır açılmaz, masalın en heyecanlı yerinde; sözü, keskin bir bıçak, ağzımdan çıkmadan ikiye ayırmış gibi keser, kirli battaniyeyi yüzüne çeker, tir tir titremeye başlardım altında. Çünkü başıma gelecekleri daha önceden biliyordum. Kapıda “Konuşan kim?” diye kükreyince öğretmen, o sırada anlattığın masal kahramanlarının imdadıma yetişip, mesela bir devin elini uzatıp öğretmeni belinden kavrayıp uzaklardaki Sümbül Dağı’nın tepesine fırlatmasını isterdim. Kimse beni gammazlayınca da koğuşu sıra dayağından geçirmekle tehdit eder, işte tam o sırada kirli battaniyenin altından korkarak başımı çıkarır, ranzadan aşağı atlar, hazrolda durup “ben konuşuyordum öğretmenim” derdim titreyerek. “Ne konuşuyordun?” sorusunun cevabı her zaman masal anlatıyordu; belki masal anlatmak o kadar büyük bir suç değildi ama o masalı Kürtçe anlatmak, işte o büyük suçtu, büyük suçun cezası da büyüktü. Cılız, dokunsan kırılacak gibi duran kolumdan tutar, belinden bir kelepçe çıkarır, beni ranzanın gri demirine kelepçeler, patiska bezinden kısa şort gibi duran tumanının örtmediği bir o kadar da cılız, zayıf baldırlarıma elindeki demir cetvelle vurmaya başlardı. Çığlıklarıma ne gündüz cenklerini okuduğum Hazreti Ali ne Zaloğlu Rüstem ne de sihirli lambası ile Alaaddin gelirdi.
Çocuklarla ilgili aşırı bir hassasiyet içinde olduğumuz bu çağlarda Muhsin’in tasvir ettiği o küçük çocuk, gözümde öylesine canlandı ve o kadar özdeşleştirdim ki kendimi onunla…
Gözyaşlarımı tutamadım.
Çocukluk travmaları insana ölünceye kadar eşlik ediyor. Onunla arkadaş olabilenler şanslı.
Neyse satırlardır başlıktaki mevzuya gelemiyorsun diyenler ve merak edenler için biraz çıtlatalım.
Muhsin Kızılkaya’nın bu eseri, Hakkâri ve ülkemiz, hatta dünyamız için de ilginç bilgileri içeriyor.
O da Muhsin’in deyimiyle bu kadim şehrimizin fi tarihinden bu yana SAĞCI ve SOLCU diye iki kampa ayrılarak yaşadığı.
Ama bunu günümüzün ideolojik bakış açısıyla değerlendirmeyin hemen.
Olay şöyle gelişiyor.
Meğer bu şehrimizde benim nedense ilk kez işittiğim Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturiler yaşarmış yüzyıllardan beri. Kiliseleri de varmış ve kadim dillerinde yazılmış bir İNCİL’leri bulunuyormuş.
Bir de Müslümanlar var tabii. Hepsi de aşiretler halinde yaşamaktalar yüzyıllar evvelinden beri.
Hakkâri aşiretleri daha Fransız Devriminden belki iki yüzyıl evvelinden “Baska rast” (sağ kanat) ve “Baska çep” (sol kanat) diye ikiye ayrılmışlar.
Ama bir özelliği vardır bu ayrışmanın.
Sadece Müslüman aşiretler değil böyle SAĞ ve SOL diye ayrılan. Hıristiyan-Nasturi aşiretler de SAĞ ve SOL diye ayrılmışlar. Sık sık ortaya çıkan anlaşmazlıklar esnasında sağcı Müslüman aşiretlerle sağcı Nasturi-Hıristiyan aşiretler, solcu Müslüman aşiretlerle solcu Nasturi-Hıristiyan aşiretler birleşirmiş.
Yani herkes dinini bir tarafa bırakır kendi kampından aşiretin yanında saf tutarmış.
Bu durum uzun yıllar, ta ilk Dünya savaşı yıllarına kadar devam etmiş.
Ancak Milliyetçilik “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası” misali oralardan cereyan yapıp Osmanlı’yı da hasta edince o coğrafyada da tesirlerini görmek kaçınılmaz olmuş. Sonunda Müslüman Kürt aşiretleri birleşip İttihatçıların fişteklemesiyle, sağcı-solcu demeden tüm Hıristiyan-Nasturileri kılıçtan geçirmişler.
Sonunda herkes ezeli düşmanlık siperine geri dönerek baş başa kalıyor Müslüman Kürt sağcı ve solcular.
Bundan sonrası ilginç olaylar silsilesi. Nasturilerin Hakkari’de yok olmadan evvel daha oralara gelmemiş olan işgalci Ruslarla işbirliğine gitme iradesi göstermesi, Müslüman aşiretlerin saldırısı başlayınca Nasturilerin Ruhani lideri Mar Şemun’un kiliselerine ait en değerli hazinelerini bir sandığa koyup Hakkari’de bulunamayacak en ilginç yere saklaması ve o hazineyi tesadüfen bulan bir çoban ve işbirliği yaptıkları bir İranlı kaçakçının tüm değerli kitaplarla birlikte, muhtemelen Aramice yazılmış BARNABAS İNCİLİ’ni kaçırması…
Müthiş olaylar dizini.
YOLUN BİTTİĞİ YERDE belki uzaktan ama benim de hayatıma değen bir kitap.
Hakkâri zihnimde hep “uzak bir ülke” olarak kaldı. Sürgün olarak bulunduğum Güneydoğu Anadolu illerinde çok gezdim ve dolaştım ama bir türlü Hakkâri’ye gitme fırsatı yakalayamadığım için olsa gerek bu duygum.
Muhsin şöyle anlatıyor kitabında Hakkâri’yi:
“Yolun bittiği yerde başladı hikâye. Buraya çok az kişi geldi, çok az kişi gitti buradan. Devlet sevmediği memurlarını buraya sürdü. Oysa orası ne Dostoyevski’nin gittiği Sibirya ne de Ovidius’un cehennemi olarak gördüğü kara bir denizin kıyılarıydı. Dağlar arasında gizlenmiş, içinden coşkun ırmaklar akan şahane bir şehirdi. Klasik Kürt edebiyatının hemen hemen tüm ediplerinin, şairlerinin yurduydu. İlk Kürtçe mevlit burada yazılmıştı. Çağdaş bazı yazarların gemileri de burada kayaya çarpmıştı”
İşte o “gemileri karaya çarpan yazarlar” dan biri de Ferid Edgü’ydü.
Daha filmi çevrilmemişti.
Ferid Edgü’nün tam da bu sürgün esnasında Hakkâri’de geçen “O” adlı şiir-romanını okuduğumda tam anlamıyla çarpılmıştım. Kendime gelmem epey zaman aldı.
Ferid Edgü “O” da bir Süryani kitapçıdan söz eder. Bu şehrin insanı olan Muhsin bu kitapçıya çok takılır. Çünkü böyle bir Süryani kitapçı hiç olmamıştır şehirde.
Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Demir Özlü ile Ferid Edgü yakın arkadaştırlar. Demir Özlü de 80 sonrası kendini yurtdışına; İsveç’e sürgün etmiştir. Mektuplaşırlar. Demir Özlü Stockholm’ün Gamla Stan denilen sahaflar çarşısında çok güzel dükkanların olduğunu yazar.
Edgü o mektuptan sonra Hakkâri’deki ihtiyar Süryani Sahafı Stockholm’de hayal etmeye başlar. Hikâye gelip onu bulmuştur. O İsveç’te olmadığına göre Demir Özlü’yü o dükkâna gönderebileceğini düşünür.
Bu hayali kahramanla bir gerçek dostun karşılaşması çok ilginç bir şekilde sonlanır.
Kitabı okuyun derim. Çünkü içinde Dev-Genç’lilerin Zap köprüsünü yapması da anlatılır Zap suyu ile ilgili çok çarpıcı ve sarsıcı gerçekle birlikte, Şemdinli dağlarındaki Necip Fazıl da.
Hele soyadı kanunu çıktığında babasının şu anda kendisinin de kullandığı KIZILKAYA soyadını almasının öyküsünü okuyun, epey gülersiniz…
Kitap yazmak da kitap okumak da bir tür tedavi gibidir aslında. İnsanın hafızasında biriktirdikleriyle bir hesaplaşmasıdır sanki.
Doğal. En kıymetli varlığımızdır hafızamız. Muhsin de zaten bu konuda KAYIP ZAMANIN İZİNDE adlı başyapıtıyla dünya edebiyatının belleğinde kalıcı bir iz edinen Marcel Proust’un eserindeki birkaç cümlesine atıfta bulunuyor:
“…çünkü hafızamızda her şey bulunur; hafızamız, bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır, elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.”
En şifalı ilaçlar da bazen zehirle yapılır.
Kısacası hafızamızda unutulmaz izler bırakacak bir kitap öneriyorum size.
Hem Kürtçenin hem de Türkçenin en yetkin yazarlarından birinden.
Kıymetini bilin derim.