Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği: Zorluklar ve fırsatlar

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, her dört ve beş yılda bir gündeme gelen, tarihsel bir süreç ve günümüzün çalkantılı siyasi, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle şekillenen bir meseledir. 1987’de tam üyelik başvurusu yapılmış, 1999’da aday ülke statüsü kazanılmış olsa da, geçen on yıllar süresince müzakerelerde beklenen ilerleme kaydedilememiştir. Günümüzde artan ekonomik belirsizlikler, küresel ve jeopolitik krizler bu süreci daha da içinden çıkılmaz, karmaşık hale sokmuştur.

Avrupa Birliği’nin en büyük ekonomisi ve en etkili ülkesi olan Almanya, Türkiye’nin üyeliğine mesafeli yaklaşan ülkelerin başında geliyor. Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, 2017'de yaptığı açıklamada Türkiye’nin AB’ye hiçbir zaman tam üye olmaması gerektiğini savunmuştu. Bunun arkasında yatan temel nedenlerden biri, Türkiye’nin AB içinde nüfus bakımından Almanya’yı geçme potansiyeline sahip olması yatıyordu. Eğer Türkiye AB’ye tam üye olursa, Almanya’nın Avrupa Parlamentosu’ndaki nüfusa dayalı ağırlığı azalacak, bu da Almanya’nın AB içindeki liderliğini tehdit edebilecek bir gelişme olacaktı.

Avrupa Birliği, ekonomik istikrar ve uyum prensipleri etrafında şekillenen bir yapı olarak, üye ülkelerinin kalkınmasını ve dengeli bir büyümeyi temel alıyor. Yunanistan gibi az nüfuslu küçük bir ülkenin 2009’daki ekonomik krizi, AB’yi zor durumda bırakmıştı. Bu bağlamda, resmi rakamlara göre 85 milyonluk Türkiye’nin ekonomik kırılganlıklarının AB’ye yük oluşturacağı ve AB’nin böyle bir yükü kaldıracak gücünün olmadığı da tartışılan konular arasında yer alıyor.

Türkiye'nin AB üyeliğinin önündeki engellerden biri de göç meselesi olarak görülüyor. Türkiye, 18 Mart 2016'da imzaladığı Geri Kabul Anlaşması ile AB’ye yönelik düzensiz göç akışını önemli ölçüde kontrol altına aldı. Ancak Türkiye’nin AB üyesi olması halinde, bu anlaşmanın geçerliliğini yitireceği ve Türkiye’den AB ülkelerine yoğun bir göç hareketinin yaşanabileceği özellikle güvenlik kaygıları sebebiyle önemli bir tehdit olarak görülüyor.

Türkiye’nin AB üyeliği, aynı zamanda dini ve ideolojik uyumluluk açısından da olumsuz değerlendiriliyor. Avrupa Birliği’nin, tarihsel olarak Hristiyanlığın merkeze alındığı din anlayışı ve Batı Avrupa’nın tarihsel kimliği ve ortak mirası üzerine inşa edilmiş yapısı var. Türkiye, kendine özgü kültürel, dini ve tarihsel kimliğiyle farklı bir rotada görülüyor. Türkiye’nin laiklik ilkesi ve gerçekleştirdiği reformlar, uyum yasaları bu farklılığı bir nebze olsun yumuşatmaya çalışsa da, AB’nin ideolojik beklentileriyle tam olarak örtüşmüyor. Kıbrıs meselesi de bu uyum arayışında bitmeyen bir gerginlik olarak varlığını sürdürüyor ve Türkiye’nin AB üyelik sürecine yönelik temel çekinceler arasında yer alıyor.

Bunun yanı sıra Avrupa’nın son yıllarda yaşadığı derin kimlik krizi, içsel çatlakları ve enerjide dışa bağımlılık eğilimleri, kıtanın jeopolitik manzarasını yeniden şekillendirirken, Türkiye de bu dönüşümün en önemli aktörlerinden biri olarak öne çıkıyor. Geleneksel Avrupa söylemlerinin yerini, yeni güç dengelerinin ve stratejik çıkarların belirlediği ilişkiler alırken, Türkiye’nin konumu; Doğu ile Batı arasında bir köprü, zaman zaman müttefik, zaman zaman ise tartışmalı bir ortak– yeniden sorgulanmaya başlanıyor.

Yaşanan Ukrayna-Rusya savaşı, Avrupa’nın güvenlik politikalarını büyük ölçüde değiştirdi. Türkiye, NATO üyesi olarak bu süreçte kritik bir rol üstlenmiş olsa da, AB Türkiye’yi tam üye yapma noktasında çekimser duruyor. Türkiye’nin AB üyeliği, AB’nin Ortadoğu'ya doğrudan sınır olması anlamı taşıyor. AB, Ortadoğu’ya güvenlik riskleri doğurabileceği endişesi ile doğrudan sınır olmak istemiyor.

Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, Türkiye’nin yakın gelecekte tam üye olarak AB çatısına girmesi oldukça güç görünüyor. Ancak, bu durum tamamen olumsuz bir senaryoyu işaret etmiyor. Le Monde gibi uluslararası medya organlarının değerlendirmeleri, Türkiye’nin artık Avrupa için vazgeçilmez bir stratejik ortak olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye, Ukrayna’dan Suriye’ye, Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir coğrafyada oynadığı rolüyle, Avrupa’nın güvenlik, enerji ve ticaret politikalarında kritik bir aktör haline gelmiş durumda.

Avrupa, tarih boyunca kendisini “Eski Kıta’nın birliği” ideali etrafında toparlamaya çalışırken, milliyetçilik ve liberalizmin birbirine zıt güçleri arasında sıkışıp kalmıştı. Ancak günümüz Avrupa’sı, dış etkilerin yanı sıra içsel dönüşümlerin, ideolojik yeniden yapılanmaların ve “biz–onlar” ayrımının getirdiği kırılganlıklarla da mücadele ediyor. Bu noktada, Türkiye’nin uzun yıllara dayanan Avrupa ile ilişkileri, artık sadece bir üyelik ya da entegrasyon meselesi olmaktan çıkıp, stratejik ortaklık ve denge unsuru olarak yeniden şekilleniyor.

Bu bağlamda, Avrupa’nın da Türkiye ile ilişkilerini günümüzün jeopolitik gerçeklikleri çerçevesinde yeniden değerlendirmesi kaçınılmaz duruyor. Türkiye artık yalnızca bir komşu ülke değil, Avrupa’nın istikrarı için stratejik bir zorunluluk haline gelmiştir. Bundan böyle Avrupa’nın geleceği, Türkiye ile kuracağı sağlıklı ve dengeli ilişkilere bağlıdır. Bu nedenle, AB-Türkiye ilişkilerinin daha yapıcı ve ileriye dönük bir perspektifle ele alınması, her iki taraf için de kaçınılmaz bir gereklilik olarak önümüzde durmaktadır.