Hukuka saygı, sorumluluk ve sağduyu kavramları, toplumsal düzenin ve adaletin sağlanmasında temel unsurlardır. Hukuka saygı, bireylerin ve kurumların yasalara uyma yükümlülüğünü ifade eder ve hukukun üstünlüğünün temel taşıdır. Sorumluluk, her bireyin ve kurumun kendi eylemlerinin sonuçlarına karşı hesap verebilir olması anlamına gelir. Sağduyu ise, bireylerin ve toplumun genelinin yararına olan kararlar alınırken mantıklı ve dengeli bir yaklaşım sergilemesidir.
Bu üç değer, özellikle siyasi ve yargısal süreçlerde ön plana çıkar. Adalet sistemi, hukuka saygı ve sorumluluk ilkeleri çerçevesinde işlemeli, kararlar sağduyu ile alınmalıdır. Kamuoyu ve medya, yargı süreçlerinin şeffaf ve adil olmasını sağlamak için eleştirel bir gözlemci rolü üstlenir. Bu, yargı kararlarının toplumun etik ve ahlaki değerlerine de uygun olmasını garantiler.
Bu sabaha karşı İsrail’in Gazze'ye gerçekleştirdiği saldırılarda yüzlerce Filistinli’nin hayatını kaybetmesi, Netanyahu hükümetinin soykırım politikalarında yeni ve karanlık bir aşamaya geçildiğini gözler önüne seriyor. Uluslararası hukuku ve evrensel değerleri hiçe sayan bu saldırılar, insanlık adına bir meydan okuma niteliğinde. Küresel çapta barış ve istikrar arayışlarının yoğunlaştığı bir dönemde, İsrail’in bu saldırgan tutumu, bölgenin ve dünyanın ortak geleceğini tehdit ediyor.
Ortadoğu’nun kalbinde, Gazze ve Filistin meselesi, küresel siyasetin en karmaşık ve çözümü en zor sorunlarından biri olarak karşımızda duruyor. Filistin topraklarının İsrail tarafından işgal süreci, bölgesel çatışmaların ve uluslararası ilişkilerin en büyük deneme tahtalarından biridir. Bu yazıda, İsrail’in Filistin topraklarını nasıl işgal ettiğine, bu süreçte İngiltere ve ABD’nin oynadığı role ve Arap dünyasının bölünmüşlüğüne dair bir değerlendirme yapacağım. Süreç olayların akışını seyretmekten, üzülmekten, kınamaktan öteye geçmeyi, alınacak tarihi dersler ve önlemler noktasında kafa yormayı ve acilen çözüm üretmeyi gerekli kılıyor.
Cübbeli Ahmet Hoca’nın kızının çakarlı bir araçla trafik kurallarını ihlal ettiği görüntüler kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Ardından Instagram’da lüks çanta, saat ve mücevherler satan, “Ersan Diamond” adıyla tanınan kişinin; çakarlı aracıyla çekip yayınladığı video “çakar” kullanımının kime ve hangi gerekçeyle verildiğine dair tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu tip görüntüler artık bir istisna olmaktan çıktı; trafikte kendi alanında ayrıcalık hissiyle hareket eden “çakarlı lüks araç” sahipleri ile bir soruna dönüştü.
Peki, mevzuat ne diyor? Türkiye’de çakar ya da geçiş üstünlüğüne sahip ışıklı-sesli ikaz sistemi kullanımı; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Trafik Yönetmeliği çerçevesinde düzenleniyor. Normal şartlarda, çakar hakkı yalnızca belirli kamu görevlilerine, resmi kurum araçlarına ve acil durum hizmeti veren araçlara tanınmış bir ayrıcalıktır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, her dört ve beş yılda bir gündeme gelen, tarihsel bir süreç ve günümüzün çalkantılı siyasi, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle şekillenen bir meseledir. 1987’de tam üyelik başvurusu yapılmış, 1999’da aday ülke statüsü kazanılmış olsa da, geçen on yıllar süresince müzakerelerde beklenen ilerleme kaydedilememiştir. Günümüzde artan ekonomik belirsizlikler, küresel ve jeopolitik krizler bu süreci daha da içinden çıkılmaz, karmaşık hale sokmuştur.
Avrupa Birliği’nin en büyük ekonomisi ve en etkili ülkesi olan Almanya, Türkiye’nin üyeliğine mesafeli yaklaşan ülkelerin başında geliyor. Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, 2017'de yaptığı açıklamada Türkiye’nin AB’ye hiçbir zaman tam üye olmaması gerektiğini savunmuştu. Bunun arkasında yatan temel nedenlerden biri, Türkiye’nin AB içinde nüfus bakımından Almanya’yı geçme potansiyeline sahip olması yatıyordu. Eğer Türkiye AB’ye tam üye olursa, Almanya’nın Avrupa Parlamentosu’ndaki nüfusa dayalı ağırlığı azalacak, bu da Almanya’nın AB içindeki liderliğini tehdit edebilecek bir gelişme olacaktı.
Küreselleşmenin hızla ilerlediği günümüzde, uluslararası ilişkilerde ve ekonomik arenada meydana gelen ani değişimler hem fırsatları hem de ciddi riskleri beraberinde getirmektedir. ABD'nin son dönemlerde yaşadığı siyasi dönüşümler ve ABD Başkanı Trump ile Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky arasındaki gerilim, bu risklerin ne yönde sonuçlanacağına dair belirsizliği artırmaktadır.
Bu siyasi çatışma, ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ekseninde oluşan belirsizliklerle uluslararası güven ortamındaki sarsıntıların birleşmesi sonucunda, küresel ekonomideki mevcut kırılganlıkları daha da tetiklemektedir. Geleneksel ekonomi politikalarının yetersiz kaldığı, gelişmekte olan ülkelerin dış şoklara karşı daha savunmasız hale geldiği bu dönemde, her ülkenin kendi dinamiklerini göz önüne alarak bilimsel temelli ve yerelleşmiş çözümler üretmesi büyük önem taşımaktadır.
Dış politika, devasa bir tiyatro sahnesine benzer. Her aktör, kendi ülkesinin çıkarlarını savunur, sahnede ne kadar parlak görüneceğini önemser ve gelecek büyük oyunda konumunu sağlamlaştırmak ister. Geçtiğimiz hafta Oval Ofis’te gerçekleşen Trump-Zelensky gerilimi, bu dev sahnenin küçük fakat oldukça çarpıcı bir örneğiydi. Hem ABD Başkanı Donald Trump’ın sert ve kaba üslubu hem de Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky’nin hazırlıksız görüntüsü, diplomasi ve uluslararası ilişkilerin nasıl tuzaklarla ve sürprizlerle dolu olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Bir liderin veya temsilcinin, kritik bir toplantıya önceden yoğun bir hazırlık yapması şarttır. Öngörülebilir soruların ve muhtemel restlerin hesaba katılması; gerektiğinde “B” ve hatta “C” planlarına sahip olmak çok önemlidir. Trump’ın üslubu herkesin malumu: Kaba tabirlerle, kestirme yorumlarla ve hatta alaycı tavırlarla rakibini köşeye sıkıştırma karakterine sahip bir siyasetçi. Dolayısıyla “beni zor durumda bırakır mı?” endişesi taşımadan, “bir şekilde idare ederim” demek Zelensky örneğinde olduğu gibi itibar kaybıyla sonuçlanabilir.
Yeryüzü Ramazan’a, gökyüzü dualara hazırlanıyor… Her yıl olduğu gibi, bu yıl da Ramazan ayı, bereketiyle, huzuruyla ve şifasıyla kapımızı çalıyor. Rabbim, bu mübarek ayı İslam âlemine şifa ve rahmet kılsın…
Ramazan ayı, insanları doğru yola ileten, helali haramdan, hakkı batıldan ayıran Kur’an-ı Kerim’in indirildiği bir zaman dilimidir. Bakara Suresi’nin 185. ayetinde belirtildiği gibi; “sizden her kim bu aya erişirse, onu oruçla geçirsin.” Bu ifade, Ramazan’ın Müslümanlar için ne kadar önemli ve müstesna bir ay olduğunu açıkça ortaya koyar.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda, Rusya’nın Ukrayna’dan derhal çekilmesini talep eden karar tasarısı 18 “hayır” oyuna karşılık 93 “evet” oyuyla kabul edildi. Oylamada 65 ülke çekimser kaldı. Dikkat çekici bir şekilde, ABD ve Rusya tasarıya “hayır” oyu verirken, Türkiye “evet” oyu kullandı.
ABD’nin bu oylamada “hayır” oyu vermesi, uluslararası kamuoyunda şaşkınlık yarattı. Uzun süredir Ukrayna’ya destek veren bir politika izleyen Washington’un bu tutum değişikliği, çeşitli spekülasyonlara yol açtı.
Rus yazar Grigory Petrov’un kaleme aldığı Beyaz Zambaklar Ülkesi, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Finlandiya’nın büyük bir dönüşümden geçerek nasıl özgüvenli ve ileri bir ülke haline geldiğini anlatır. Kitap, yoksul, eğitim ve kültür düzeyi düşük Finlandiya’nın, bir planlama ile kısa sürede toplumun ileri gelen aydınları ve bilinçlendirilen halk sayesinde medeniyete kavuşmasını konu alır. Bir bakıma, ülkenin topyekûn kalkınma serüvenini, eğitime ve insana yapılan yatırımın sonuçlarını gözler önüne serer.
Kitabın temel mesajı, toplumun her kesiminin; siyasetçi, öğretmen, din adamı, işçi, patron, sanatçı, vb. sorumluluk alarak ülkenin geleceğini şekillendirebileceğidir. Grigory Petrov, özellikle eğitim, kültür ve milli bilincin önemini sıklıkla değinir. Snelman başta olmak üzere dönemin ileri gelen aydınları, bilim insanları halkı harekete geçirerek toplumsal bir seferberlik başlatırlar. Okulların iyileştirilmesi, ulusal kimlik duygusunun geliştirilmesi ve özgüvenin kazandırılması, yerel ve kültürel değerlerin korunarak evrensel değerlerle harmanlanması, Finlandiya’yı bataklıklardan beyaz zambakların yetiştiği bir ülkeye” dönüştürür…
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlanan 2024 “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”, ülke genelindeki bireylerin mutluluk, umut ve beklenti seviyelerine dair güncel bilgiler sunuyor. Son veriler, 2023 yılında yüzde 52,7 olan “kendini mutlu hisseden” vatandaş oranının 2024’te yüzde 49,6’ya gerilediğini gösteriyor. Benzer şekilde, geleceğinden umutlu olduğunu belirtenlerin oranı da yüzde 67,1’den 64,3’e düşmüş durumda.
Bu düşüş, sadece istatistiksel bir detay değil; aslında sokağa, işyerlerine, evlere yansıyan bir moral ve motivasyon kaybını işaret ediyor. Ayrıca araştırma, Türkiye'nin en önemli 3 sorununun; “hayat pahalılığı, eğitim ve yoksulluk” olduğunu ortaya koyuyor. Gelin, bu üç temel başlığın, mutluluk ve umuda nasıl etki ettiğine bakalım.
Küresel sistem, 21. yüzyılda barış ve istikrar arayışını her zamankinden daha yoğun şekilde sürdürüyor gibi gözükse de Filistin meselesi bu arayışın önünde en büyük engellerden biri olarak varlığını koruyor. Gazze’de yaşanan insani kriz, yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, temel insan haklarının ve küresel adalet arayışının en sert sınavlarından birini temsil etmektedir.
Giderek derinleşen bu kriz, tarafsız gözlemcilerin bile açıkça görebileceği üzere, siyasi çatışmanın çok ötesine geçerek, insanlık değerlerine ve evrensel hukuk ilkelerine doğrudan meydan okumaktadır. Gazze’ye yönelik abluka ve zorla yerinden etme, işgal girişimleri, uluslararası hukukun en temel ilkeleriyle açıkça çelişmektedir.
Barınma ve beslenme, birbiriyle bağlantılı iki temel ihtiyaçtır. İnsanın güvenli bir yaşam sürdürebilmesi, bu ihtiyaçların aynı anda ve dengeli bir şekilde karşılanmasına bağlıdır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, bu dengenin korunması hayati önem taşır.
Yüksek enflasyon, en çok barınma ve gıda fiyatlarında kendini gösteriyor. Konut ve gıda fiyatlarının kontrolsüz şekilde artması düşük ve orta gelirli ailelerin bütçesini zorluyor. Bu tablo karşısında sosyal konut projeleri, tarım ve hayvancılığa yatırım hiç olmadığı kadar önemli hale geliyor.
Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle birçok doğal afetle karşı karşıya kalan bir ülkedir. Bu afetler içinde en büyük riski oluşturan hiç şüphesiz depremlerdir. Ülkemizin neredeyse tamamı aktif fay hatları üzerinde yer almakta ve büyük depremler belirli periyotlarla meydana gelmektedir. Peki, afet yönetimi konusunda ne kadar hazırlıklıyız? Geçmişten bugüne neler öğrendik ve neler yapmalıyız?
Son yıllarda yaşadığımız Van, Elazığ, İzmir ve Kahramanmaraş depremleri, bize bazı eksikliklerimizi acı bir şekilde hatırlattı. Deprem sonrası müdahalede gecikmeler, koordinasyon eksiklikleri ve yetersiz altyapı, afet yönetimi konusunda daha fazla çaba harcamamız gerektiğini gösterdi. Özellikle, binaların depreme dayanıklılığı konusundaki ihmaller ve kentsel dönüşüm süreçlerindeki aksaklıklar, bu tür felaketlerin can ve mal kaybını artırmasına neden oluyor.
Türkiye’de devlet geleneği, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan güçlü bir bürokratik yapı üzerine inşa edilmiştir. Bu yapı, zaman zaman siyaset ve halk iradesiyle rekabet eden, hatta onu baskılayan bir güç odağına dönüşmüştür. Bugün hâlâ etkisini hissettiren “bürokratik oligarşi” kavramı, devletin kurumsal hafızasını koruma iddiası ile halkın talepleri arasında süregelen gerilimin bir yansımasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda merkeziyetçi bir yönetim anlayışı hâkimdi. Padişahın mutlak otoritesi altında bile bürokrasi, devletin işleyişinde kritik bir rol oynuyordu. Osmanlı’nın modernleşme çabaları, özellikle Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) bürokratik yapıyı daha da güçlendirdi.
Demokrasilerde muhalefetin varlığı, yalnızca iktidarın yanlışlarını dile getirmekle sınırlı değildir. Muhalefet, aynı zamanda topluma gerçek bir alternatif sunabilmeli ve halkın sorunlarına çözüm üretebilmelidir. Ancak Türkiye’de muhalefetin en temel sorunlarından biri, bu kritik görevi yeterince yerine getiremiyor oluşudur. Daha açık ifadeyle etkili bir muhalefetin yokluğudur.
Seçmen sadece “iktidar kötü” söylemiyle ikna olmaz, “siz gelince ne değişecek?” sorusuna tatmin edici bir yanıt bekler. Bu sorulara net yanıtlar verilmezse, seçmen mevcut düzenin değişmesini istemez.