O dönem bombalardan kaçarak Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı 2 milyon civarındaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan işte bu tarihlerde bütün platformlarda dünyaya iki öneride bulunuyordu. Biri ‘güvenli bölge’ diğeri ‘uçuşa yasak bölge’. Aradan yıllar geçti sorun çok daha büyüdü ve gelinen nokta Erdoğan’ın yıllar önce önerdiği aşamaya geldi.
Bugün ise Türkiye ile ABD arasındaki görüşmelerin tıkanma noktasına geldiği düşünülürken, bunu karşılıklı yapılan açıklamalardan yola çıkarak söylüyorum, iki ülke arasında S400, F35, FETÖ ve olası yaptırımlar gibi krizler varken ABD birden ikna oldu. Detaylar açıklanmamış olmasına rağmen, Suriye’de ‘Barış koridoru’ kurulması konusunda Türkiye ile ABD’nin mutabık kaldığı açıklandı. Hatta güvenli bölgenin tesisinin ABD ile koordine ve yönetimi için Türkiye’de Müşterek Harekat Merkezi’nin kurulması bile kararlaştırıldı.
“Devlet ancak bir savaşta kullanılacak en ağır silahlarla saldırıyor”.
“Devlet bölgede katliam ve kıyım yapıyor”.
Demokrasi, insan hakları, eşitlik, barış deyince mangalda kül bırakmayan Avrupa ülkeleri sınırlarına elektrikli teller çekerken, Türkiye 4 milyona kucak açtı ve şu ana kadar 40 milyar dolar harcadı.
Bugün sıkça tartışılmaya başlanan Suriyelilerden bahsediyorum.
15 Temmuz işgal girişiminden bugüne ruhunu 1 dolara satan alçak FETÖ’cülerle ilgili neler neler yazılmadı ki. Bu bilgiler arasında en dikkat çekici olan ise FETÖ’nün kendi gibi taşeron olarak kullanılan diğer terör örgütleriyle ilişkisi.
Bakın en son aldığım bilgi FETÖ’nün, Adnan Oktar silahlı suç örgütüyle olan bağlantısını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Birazdan yazacaklarım, Oktar iddianamesinin detaylarında gizli. Operasyonda ele geçirilen dijital verilerin içerisinde şüpheli Fatma Ceyda Ertüzün’ün, eski bir bakan ve kapatılan Zaman gazetesi yazarına attığı bir mail ele geçiriliyor. 17-25 Aralık sivil darbe girişiminden 2 ay önce 5 Eylül 2013 tarihinde yapılan yazışmada Ertüzün, eski bakana; “Türkiye ile ilgili raporlar hazırlıyorlar. Bizim CFR’da toplantımızdan haberdar oldukları için Türkiye’den gelen misafirlerin yani sizinle birlikte bizim, onlara da brifing vermemizi istiyorlar. Ve bunun dışında Foundation For Defense and Democrasies adlı kuruluştan Jonathan Schanzer da ilk kez Türkiye’den bizi ağırlamak istiyor. Bu sebeple bir hafta kadar orada sizi misafir etsek olur mu” diye soruyor.
Siz gelin bunu benim külahıma anlatın. Bal gibi parti kuracaksınız. Vitrin önünde Ali Babacan görünüyor ancak herkes biliyor ki bu oluşumun arkasında Abdullah Gül var. Gül, daha önceki örneklerinde görüldüğü gibi fıtratı gereği perde arkasında kalmayı yeğliyor.
Babacan istifa ederken diyor ki; “İçinde bulunduğumuz şartlarda, Türkiye için yepyeni bir gelecek vizyonuna ihtiyaç vardır. Ülkemiz için her alanda doğru analizler, yeniden düşünülmüş stratejiler, planlar, programlar gerekmektedir”. Bunların tamamı beylik laflar. Eğer bu konuda samimi olsalar, görev yaptıkları dönemde kendilerine oturdukları koltukları veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekliflerinden birini kabul ederlerdi.
Tarih 15 Temmuz 2016’ydı. Hainler, ruhlarını satanlar bu ülkenin insanına silah doğrultmuş, uçak ve helikopterlerle ölüm kusmuş, tanklarla üzerlerinden geçmişti. 251 şehit, binlerce gazi verdik. İşte yine geldi çattı bir 15 temmuz daha. Hiçbir zaman unutmayacağız, unutturmayacağız. Son nefesime kadar bu hainlerle mücadele etmeye, ülkemiz bunlardan temizlenene kadar savaşacağıma söz veriyorum.
Bu tabi kişisel mücadeleyle olmaz, topyekün, devlet-millet elele, aklınıza gelebilecek herkesin kararlı bir duruşunu gerektirir. Özellikle 15 Temmuz işgal girişiminin ardından, dikkat edin 17-25 Aralık demiyorum, bu mücadele daha ciddiye alınmaya başlandı. Güvenlik birimleri bu kanlı terör örgütünün her hücresini didik didik ediyor. Evet, belki yıllar sürecek ama kesinlikle kulağımızın üstüne yatmamamız gerekiyor.
Tamam AK Parti ilk kez yenilgi tattı, tamam telaşa gerek yok, tamam AK Parti iktidar ve ipler halen onların elinde, tamam sadece İstanbul’a başkan seçtik, tamam CHP belediyeciliği beceremiyor, tamam Ekrem İmamoğlu rüştünü ispatlamak zorunda, tamam eğer ekonomi düzelirse bütün sorunlar çözülür ve 5 yıl sonra AK Parti İstanbul’u geri alır…
Bütün bunlara tamam, ama fakat lakin…
Öncelikle herkesin sandığa ve oyuna sahip çıkması çağrısında bulunmak istiyorum. Sonradan şikayet etmemek, ‘vah vah’ dememek için, neredeyseniz işinizi gücünüzü, tatilinizi bırakıp Pazar günü mutlaka oyunuzu kullanın.
Şöyle bakıyorum da 31 Mart öncesi ile sonrası arasında, özellikle de YSK’nın iptal kararı sonrası, çok büyük fark görüyorum. Bu fark bariz bir şekilde CHP adayı Ekrem İmamoğlu üzerinde kendini hissettiriyor. 31 Mart öncesi süreçte sinirleri alınmış, kucaklayıcı kimliğiyle ön plana çıkan İmamoğlu, ikinci süreçte agresif tavırları ve skandallarla karşımıza çıktı. Önce devletin valisine it dedi. Bununla da kalmadı görüntüler ve sesler çok net olmasına rağmen özür dilemekten kaçtı, “Ben böyle bir şey demedim” diyerek ciddi yara aldı.
NATO müttefikimiz ABD, patriotlar konusunda bize dirsek göstermedi mi? Bir diğer NATO üyesi Yunanistan yine Rus yapımı olan S 300’leri alırken ortalık süt liman, biz S 400 almak isteyince ortalık yangın yeri!
Hadsiz bir şekilde parmak sallamalar, geçmişteki gibi tehditkar mektuplar göndermeler, F 35’lerle ilgili, pilotlarımızın eğitimini durdurmak gibi, saçma sapan tasarruflar… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
İzmir’de FETÖ Borsası davası kapsamında, ev hapsindeyken polis kılığında gelen şüphelinin saldırısı sonucu hayatını kaybeden AK Parti Eski İzmir İl Başkan Yardımcısı Ahmet Kurtuluş’un yargılandığı davanın dosyasında çok önemli iddialar var. Cinayetin perde arkası da bu detayların arasında gizli.
Dosyanın gizli tanığı Spil bakın bu çarkı nasıl anlatmış...
Önce AK Parti… Eğer biraz tanıdıysam, 31 Martta İstanbul’da çıkan sonuç üzerine teşkilat çok ciddi bir şekilde uyarılmıştır. Kalan bu kısa süre içerisinde teşkilatın 31 Mart öncesine göre çok daha fazla çalışacağı, işi sıkı tutacağı kesin. AK Parti açısından çok önemli olduğunu düşündüğüm ikinci nokta ise sandığa gitmeyen seçmen. İstanbul’da 31 Martta oy kullanmayan 2 milyon seçmen var. Bunların büyük çoğunluğu AK Parti seçmeni. Gerek partiye, teşkilatlara (dikkat edin lidere demiyorum) küskün olanlar gerekse Binali Yıldırım’ın kazanacağına kesin gözüyle bakanlar. İktidar partisinin seçim stratejisini bu kesim üzerinde yoğunlaştırdığına eminim. Hem de bire bir markajla. Bir diğer strateji de muhafazakâr Kürt seçmen. 31 Mart seçim sonuçlarına baktığımızda, yüzde 5-6 bandında hareket eden HDP oylarının CHP adayına blok halde kaydığını düşündüğümüzde, bunun hiç de yabana atılacak bir strateji olmadığını görürüz. Ki AK Parti’nin özellikle muhafazakâr Kürt seçmende hatırı sayılacak oranda bir oyu vardır. Gelelim CHP’ye… Öyle veya böyle, nedeni şu veya bu. Hiç kimsenin, hatta parti yönetiminin bile, beklemediği bir Ekrem İmamoğlu portresi çıktı ortaya. Adaylar açıklandığında yapılan tartışmaları hatırlarsanız ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Hiç tartışmasız CHP’nin seçim stratejisi mağduriyet üzerine inşa edilecek. Aslına bakarsanız bu noktada CHP ve Kılıçdaroğlu’ndan bahsetmek de çok gereksiz bence. Gerek CHP yönetimi gerekse Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’na zarar verebilir düşüncesiyle geri plana çekilmiş durumda. Varsa yoksa İmamoğlu! Bu bence doğru bir strateji. Çünkü, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin Muharrem İnce’ye ne kadar zarar verdiğini daha önce tecrübe ettik. Ancak CHP’nin kucağında pimi çekilmiş bir bomba duruyor! Kandil! Kandil’deki terörist başlarının gün geçmiyor ki, “Ekrem İmamoğlu’nu destekleyin” çağrısı ve bu çağrı karşısındaki suskunluk ileride CHP’nin başına büyük bela olacak gibi duruyor. Hem CHP yönetimi hem de İmamoğlu Kandil’den gelen çağrılara kelime dahi etmiyor. Bunun tek bir nedeni olabilir, blok halinde gelen HDP oylarını kaybetmemek. CHP-HDP ittifakı resmi veya gayriresmi birçok seçimdir yapılıyor. Bunu CHP’li yöneticiler dahi itiraf etti. Ne var bunda, HDP Meclis çatısı altındaki legal bir parti değil mi diye soranlara, cevabım şu olur… “PKK sizi tükürüğüyle boğar”, “Biz sırtımızı YPG’ye, PYD’ye dayıyoruz” diyen hainlerle, Mehmetçiklerimizi şehit eden teröristleri devletin ambulanslarıyla kaçırma girişiminde bulunan kanı bozuklarla, sınır ötesinden ülkeye soktuğu silahları teröristlere teslim etmeye çalışan şerefsizlerle, kazdıkları hendeklerle bölge halkına kan kusturan vicdansızlarla bir oluyorsunuz. Sırf HDP desteğini kaybetmeyelim diye, yüzlerce Mehmetçiğimizin katıldığı ‘Pençe’ operasyonunu görmezden gelip tek bir destek cümlesi etmiyor, gelen şehit haberleri üzerinden politika yaparak oy devşirmeye çalışıyorsunuz. Kandil’den gelen kan kokulu çağrılara, oy kaybetmeme uğruna, ses çıkaramıyorsunuz. O kadar ki, AK Parti’nin muhafazakâr Kürt seçmene yönelik stratejisine karşılık olarak bir hamle yapmak istiyor, bunu bile yapamıyorsunuz. Bakın parti yönetimi bu konuda nasıl bir yol izliyor anlatayım size; “Aman Kürt seçmenlerle ilgili kimse tek bir kelime dahi etmesin. Söylenecek bir söz gelen HDP desteğine zarar verebilir”. İşte bu yüzden Kandil’e ses çıkarılamıyor. İşte bu yüzden CHP’nin ulusalcı tabanı köşeye sıkışmış şekilde sus pus. Bunu bugün seçim stratejisi olarak mübah görenler şunu unutmasın! Yarın Kandil’deki şerefsizlerle yanyana anılma tehlikesi ile karşı karşıyasınız!
*754 sandık kurulu başkanı kanuna aykırı olarak belirlendi. Bu şekilde oluşan sandık kurullarının yaptıkları seçim, iş ve işlemlere itibar edilemez. Seçim neticesine müessir (etkili) görüldü.
*Kanuna aykırı belirlenen 754 sandıkta oy kullanan seçmen sayısı 212 bin 276. İki parti arasındaki oy farkı ise 13 bin 729.
Ancak yakın siyasi tarihimizin tam olarak aydınlatılamayan karanlık olaylarından biri olduğu için yazacaklarımın, soracağım soruların anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bir de skandalın mağduru, fail çok açık olduğu halde ‘okyanus ötesine’ selam göndermişse yani Pensilvanya’daki teröristbaşından şüphelenmemişse konu çok daha başka bir boyut kazanıyor.
Deniz Baykal’dan ve hakkındaki kaset skandalından bahsediyorum. Hani neresinden tutarsan tut elimizde kalan, Baykal gibi bir figürü siyaset dışı bırakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önce “Ben aday değilim” dediği halde sonra aday olup Türk siyasi hayatına dahil olduğu o tuhaf olay.
Bu tanımın içine bir çok ismi yerleştirebilirsiniz ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle, kendi verdiği destekle siyasi kariyerlerine kariyer katan isimleri kastettiğini düşünüyorum.
Yani Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nu…