Toplumda bazı ezberler vardır. ‘Babalar kızlarının ilk aşkıdır’, ‘Erkek çocuklar annelerine aşıktır’ Bu cümleler birer romantik masalmış gibi tekrar edilir. Peki babalarıyla arası iyi olmayan ve oğluna aşık anneye sahip olan kızlar?
Kadın olmanın bu toplumda ne kadar zor olduğunu biz önce evde öğreniriz. Çünkü çoğu evde kız çocukları, sevgiyi hak edilen değil, kazanılması gereken bir ayrıcalık gibi öğrenir. Aile içinde kız çocuklarının ‘koşullu sevgiye’ daha fazla maruz kaldığına dair araştırmalar da bunu doğrular nitelikte. Harvard Üniversitesi’nin 2022 yılında yaptığı bir çalışmaya göre, ailelerin kız çocuklarına yönelik beklentileri; erkek çocuklara kıyasla daha ‘davranış temelli ve fedakârlık odaklı’ Yani kızlar 'iyi olursa' sevilir, erkeklerse 'her koşulda'…
Bu zamana kadar hep ezilen kadınları yazdık, okuduk, dillendirdik. Çünkü onların bir hikayesi vardı; acıları, yaşadıkları, el uzatılması gereken yerleri vardı.
Peki biz, güçlü olmak zorunda bırakılmış kadınları neden hiç konuşmadık? Sırtına kendi yükünü alıp yürüyen, yolda düşse bile sessizce kalkıp devam eden kadınları…Ayakta kalabildiği için takdir edilen ama çoğu zaman ‘Nasıl ayakta kaldığını kimsenin sormadığı kadınları… Bir kadın kendi ayakları üzerinde duruyorsa, kimseye muhtaç değilse, hiç mi omzuna bir el dokunsun istemiyordu? Yoksa o da bazen sadece birinin yanında güçsüz olmayı, kimseye kanıtlaması gereken bir şey olmadan sadece ‘olmayı’ mı diliyordu? Güçlü olmak istiyor musun, diye hiç sorulmadı. Çünkü bu toplumda kadınsan ya güçsüz ve yardıma muhtaçsındır. Ya da güçlüsündür ama hiçbir şey istemeye hakkın yoktur.
Ne acıdır ki toplumda neredeyse her gün görmeye alışık olduğumuz kadın cinayetlerinde reflekslerimiz belli: X’te birkaç arama birkaç satır haber yazısı ve kadının bir fotoğrafıyla etiketimiz hazır: ‘#xicinadalet’ Devamında hiçbir şey olmamış gibi hayatın akışında kahvemizi içiyoruz, işimize gidiyoruz ya da sosyalleşiyoruz. 24 saatlik bir story, 1 dakikalık bir haber, hafızada birkaç gün. Peki ya sonra, peki ya önce? Kadın ölmeden önce? Kaç kere şikayet etmiş kaç yerde ölmemek için direnmiş soran yok.
2023’te Türkiye’de en az 315 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Bu kadınların %65’i evli oldukları ya da birlikte yaşadıkları erkekler tarafından katledildi. Üstelik %84’ü, daha önce defalarca ‘yardım istemiş’ ama sistem tarafından görmezden gelinmişti. Bu bir tesadüf değil. Bu bir kader hiç değil. Bu, adı konmamış bir kadın kıyımı. Ve biz bu kıyımı, ancak Instagram’a sığarsa fark ediyoruz.
Bu cümle yıllarca bize çok sevginin göstergesi olarak empoze edilmiş olsa da aslında şu anda hayatımıza mal olan bir gerçeklik. Türkiye’de 2024 yılında en az 394 kadın, erkekler tarafından öldürüldü ve 259 şüpheli kadın ölümü yaşandı; bu rakamlar 2010’dan bu yana en yüksek seviye. Yani ortalama haftada 7 kadın, ‘yakın ilişkideki erkek’ tarafından hayatını kaybediyor.
Bu da demek oluyor ki günümüzde sevgi anlayışı, sahiplenme ve ‘mal’ olarak görme ile eş değer algılanıyor. Öte yandan kadınlar için de durum farklı değil. Ne kadar kıskanılırsam o kadar çok seviliyorum diye düşünüp ‘O sevdiğinden böyle yapıyor’ diyerek, sevgiyi kıskançlık ile doğru orantılayıp özgürlüklerini ve hayatlarını bir erkeğin iki dudağı arasına emanet etmekten çekinmiyorlar. Oysa kıskançlık, kontrol etme arzusunun makyajlı hali.
Instagram son günlerde güncelleme üstüne güncelleme getirerek adeta uygulamayı başka bir boyuta taşıdı. Kimlerin neyi beğendiğini görebiliyoruz, bazı gönderileri yeniden paylaşabiliyoruz. Yani anlayacağınız, artık beğendiğiniz şeylere çok dikkat etmeniz gerekiyor.
Bütün bunları düşündükçe, Instagram özel hayatımızı neden bu kadar gözler önüne seriyor diye sormadan edemiyorum. Sosyal mecralar, bizim kafa dağıttığımız özel bir alan olmalı. Ne kadarını göstermek istediğimize de biz karar vermeliyiz.
Eskiden birini beğendiğimizde konuşmak için fırsat kollar, eğer ufak bir karşılık görürsek de bunun kıymetini bilirdik. Bir bakışla günümüz güzelleşirdi. Şimdi ise 24 saat açık bir pencereden birbirimizi izliyoruz ama yaklaşmaya korkuyoruz. İlgi göstersek kaçacak, göstermesek zaten hiç başlamayacak.
Bu kaçan kovalanır olayının hayatımızın her alanına ilmek ilmek işlendiği bu dönemde dengesiz bir denklemin içinde flört etmeye çalışıyoruz artık. Bir yandan bir şeye dönüşebilir mi diye umut ederken bir yandan da balon ilgilerden olacak korkusuyla zamanımızı harcıyoruz. Eskiden ‘Beni düşünüyor mudur’ diye merak ederdik. Şimdi kimin storysini ne zaman izlediğini, neye kalp bıraktığını saniyesi saniyesine biliyoruz. Ama bu kadar bilgiyle bile hâlâ emin olamıyoruz. Çünkü ilgisini gösteren çok, ama gerçekten isteyen neredeyse yok.
Aynı dili konuşmak, aynı yemeği sevmek, aynı diziyi izlemek yetmiyor bazen. İki gönül bir olunca samanlığın seyran olmadığını sevgiliyken elbette anlayamıyoruz ama gerçekler evlilikle birlikte tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Kültür dediğimiz şey sadece nereli olduğumuz değil; nasıl büyüdüğümüz, neye sinirlendiğimiz, sevgiyi nasıl gösterdiğimiz, susmayı nasıl öğrendiğimiz aslında. Aynı evde yaşamadan bazı şeyleri anlamıyor insan.
Karşılıklı fedakarlıklarla çözeriz dediğimiz şeyler bazen öyle noktalara geliyor ki olay fedakârlık yarışına dönüyor. Ve evliliğin içine yavaş yavaş iki farklı geçmiş sızıyor. Sevgi varsa çözülür mü? Belki. Ama bazen sevgi bile yetmiyor.
Dinlediğimiz masallarda hep bir kulede mahsur kalmış, kurtarılmayı bekleyen prensesler vardı. Ve biz de, farkında olmadan, o prenseslere özenerek büyüdük. Zamanla saçlarımızı örmedik belki ama duygularımızla hep bir kuleden sarkmaya devam ettik. Peki gerçekten büyüdük mü? Yoksa hâlâ bir prensin gelip bizi bu hayattan, bu yorgunluktan, bu yalnızlıktan ‘kurtarmasını’ mı bekliyoruz?
Hadi şimdi dürüst olalım… Biz bizeyiz, kandırmayalım kendimizi. Ne kadar güçlü, ayakları yere sağlam basan kadınlar olsak da… İçten içe, hâlâ birinin gelip omzumuza elini koyup ‘Artık sen taşımak zorunda değilsin’ demesini istemiyor muyuz?
Ya bir düşünsene…Birini seviyorsun ama ondan bir kelime duymak için aylarca mektup bekliyorsun. O bir kelimeyle sabahlara kadar hayal kuruyorsun. Bir yol kenarından geçerken uzaktan yüzünü görebilmek için saatlerce pencere önünde bekliyorsun. Göz göze geldiğin birkaç saniyelik anıyla günlerce yaşıyorsun, kalbin titreyerek…
Ve şimdi dön bak şu an yaşananlara: Birkaç mesajla başlayan şey, daha ne olduğunu anlamadan ‘ilişki’ oluyor. Duygular hızla tüketiliyor, samimiyetin yerini tüketim alışkanlıkları alıyor. İki tartışma sonrası kapılar çarpılıyor, bloklar atılıyor. Sonra hop, sıradaki gelsin. Artık aşk değil bu, fabrika çıkışlı bir şey yaşıyoruz. Tarihsiz, derinliksiz, sabırsız. Tüket-çık sistemine geçmiş bir duygular ekonomisi.
‘Kadın dediğin şöyle olur, böyle davranır’ diye başlayan bir dizi saçmalıkla büyütüldük hepimiz. Maalesef içinde yaşadığımız kültürde kadın olmak, sayısız kalıba sığmaya çalışmak demek. Çünkü kültür dediğimiz şey sadece gelenek-görenek değildir. Giyim tarzımızdan kahkahamıza, ne kadar hırslı olabileceğimizden nerede susmamız gerektiğine kadar hayatın her alanına sızan, görünmeyen ama hissedilen bir eldir. Ve bu el, nedense hep kadınların omzuna çöker.
Peki bu kalıplara girmeye çalışmak bizi nasıl etkiliyor? Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, kadınlara dayatılan bu ‘ideal’ imaj; özgüven kaybı, anksiyete ve depresyon gibi ciddi ruh sağlığı sorunlarını beraberinde getiriyor. Kadın, toplumun onayladığı kadına dönüşmeye çalışırken, kendi özünden uzaklaşıyor.
‘Ghostlamak’…
Son zamanlarda sadece duymadık, bolca yaşadık da. Öyle sık tekrarlandı ki, artık hayatımıza işledi. Ve en tehlikelisi: normalleşti.
Bu soruyu ne ara bu kadar korkar olduk sormaktan? Ya da ne zaman bu kadar sık duymaya başladık?
Eskiden biriyle flört ediyorsan, hoşlanıyorsan ve o da senden hoşlanıyorsa… Bir ilişkiye başlanırdı. Bu kadar basitti. Ama biz artık o evreyi çoktan geçtik.
Biz kadınlar pilot olduk, yönetici olduk, cerrah olduk… Ama bu, erkeklerin bazı sorumluluklardan sıyrılması için bir bahane mi gerçekten?
Güçlü kadın olmak; her şeye yetmek, robotik bir duygusuzlukla dimdik durmak zorunda olmak demek değil ki. Aynı anda çalışmak, evin işini çevirmek, çocuk büyütmek, üstelik bir de ‘kadın gibi görünmek’ zorundayken… Şimdi bir de erkeğin üstlenmesi gereken sorumlulukları mı sırtlamamız gerekiyor?
Dünya nüfusu 8 milyarı geçti. Sosyal medyada herkes birbirine bir ‘story mesafesi’ kadar yakın. Bir tıkla mesaj atıyor, video paylaşıyor, yorum yapıyoruz. Ama işte tam da bu yüzden sormadan edemiyor insan: Bu kadar kalabalığın, bu kadar bağlantının içinde neden bu kadar yalnızız?
Oxford Üniversitesi'nin 2021’de yayınladığı bir çalışmaya göre, sosyal medyada günde 3 saatten fazla vakit geçiren bireylerde yalnızlık hissi %45 daha fazla. İronik ama gerçek: Ne kadar bağlanırsak, o kadar kopuyoruz.
Yani öyle bir dönemdeyiz ki değil kendini geliştirmek minimal düzeyde olması gereken karakter özellikleri gelişmemiş insanların ilişki kurmaya çalışması, hele hele evlenmeyi düşünmesi bile bir suç olmalı. Çünkü artık ilişkilerde karşımızdaki insanı büyütmek, taşımak, şekillendirmek gibi bir sorumluluğu üstlenmek istemiyoruz. Empati kuramıyor, iletişim kurmuyor, sınır bilmiyor, sorumluluk almıyor. Ve tüm bunların üzerine hâlâ ilişki kurmaya çalışıyor. Hele hele evlenmeyi düşünenleri görünce... Gerçekten anlamıyorum. Yani ne cesaretle?
Ne istediğini bilmeyen, ekonomik olarak sorumluluktan uzak, duygusal olarak dengesiz,karşıdakini dinlemeyen, kendini açmaktan kaçınan biriyle evlenmek mi?