Bu cümle yıllarca bize çok sevginin göstergesi olarak empoze edilmiş olsa da aslında şu anda hayatımıza mal olan bir gerçeklik. Türkiye’de 2024 yılında en az 394 kadın, erkekler tarafından öldürüldü ve 259 şüpheli kadın ölümü yaşandı; bu rakamlar 2010’dan bu yana en yüksek seviye. Yani ortalama haftada 7 kadın, ‘yakın ilişkideki erkek’ tarafından hayatını kaybediyor.
Bu da demek oluyor ki günümüzde sevgi anlayışı, sahiplenme ve ‘mal’ olarak görme ile eş değer algılanıyor. Öte yandan kadınlar için de durum farklı değil. Ne kadar kıskanılırsam o kadar çok seviliyorum diye düşünüp ‘O sevdiğinden böyle yapıyor’ diyerek, sevgiyi kıskançlık ile doğru orantılayıp özgürlüklerini ve hayatlarını bir erkeğin iki dudağı arasına emanet etmekten çekinmiyorlar. Oysa kıskançlık, kontrol etme arzusunun makyajlı hali.
Instagram son günlerde güncelleme üstüne güncelleme getirerek adeta uygulamayı başka bir boyuta taşıdı. Kimlerin neyi beğendiğini görebiliyoruz, bazı gönderileri yeniden paylaşabiliyoruz. Yani anlayacağınız, artık beğendiğiniz şeylere çok dikkat etmeniz gerekiyor.
Bütün bunları düşündükçe, Instagram özel hayatımızı neden bu kadar gözler önüne seriyor diye sormadan edemiyorum. Sosyal mecralar, bizim kafa dağıttığımız özel bir alan olmalı. Ne kadarını göstermek istediğimize de biz karar vermeliyiz.
Eskiden birini beğendiğimizde konuşmak için fırsat kollar, eğer ufak bir karşılık görürsek de bunun kıymetini bilirdik. Bir bakışla günümüz güzelleşirdi. Şimdi ise 24 saat açık bir pencereden birbirimizi izliyoruz ama yaklaşmaya korkuyoruz. İlgi göstersek kaçacak, göstermesek zaten hiç başlamayacak.
Bu kaçan kovalanır olayının hayatımızın her alanına ilmek ilmek işlendiği bu dönemde dengesiz bir denklemin içinde flört etmeye çalışıyoruz artık. Bir yandan bir şeye dönüşebilir mi diye umut ederken bir yandan da balon ilgilerden olacak korkusuyla zamanımızı harcıyoruz. Eskiden ‘Beni düşünüyor mudur’ diye merak ederdik. Şimdi kimin storysini ne zaman izlediğini, neye kalp bıraktığını saniyesi saniyesine biliyoruz. Ama bu kadar bilgiyle bile hâlâ emin olamıyoruz. Çünkü ilgisini gösteren çok, ama gerçekten isteyen neredeyse yok.
Aynı dili konuşmak, aynı yemeği sevmek, aynı diziyi izlemek yetmiyor bazen. İki gönül bir olunca samanlığın seyran olmadığını sevgiliyken elbette anlayamıyoruz ama gerçekler evlilikle birlikte tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Kültür dediğimiz şey sadece nereli olduğumuz değil; nasıl büyüdüğümüz, neye sinirlendiğimiz, sevgiyi nasıl gösterdiğimiz, susmayı nasıl öğrendiğimiz aslında. Aynı evde yaşamadan bazı şeyleri anlamıyor insan.
Karşılıklı fedakarlıklarla çözeriz dediğimiz şeyler bazen öyle noktalara geliyor ki olay fedakârlık yarışına dönüyor. Ve evliliğin içine yavaş yavaş iki farklı geçmiş sızıyor. Sevgi varsa çözülür mü? Belki. Ama bazen sevgi bile yetmiyor.
Dinlediğimiz masallarda hep bir kulede mahsur kalmış, kurtarılmayı bekleyen prensesler vardı. Ve biz de, farkında olmadan, o prenseslere özenerek büyüdük. Zamanla saçlarımızı örmedik belki ama duygularımızla hep bir kuleden sarkmaya devam ettik. Peki gerçekten büyüdük mü? Yoksa hâlâ bir prensin gelip bizi bu hayattan, bu yorgunluktan, bu yalnızlıktan ‘kurtarmasını’ mı bekliyoruz?
Hadi şimdi dürüst olalım… Biz bizeyiz, kandırmayalım kendimizi. Ne kadar güçlü, ayakları yere sağlam basan kadınlar olsak da… İçten içe, hâlâ birinin gelip omzumuza elini koyup ‘Artık sen taşımak zorunda değilsin’ demesini istemiyor muyuz?
Ya bir düşünsene…Birini seviyorsun ama ondan bir kelime duymak için aylarca mektup bekliyorsun. O bir kelimeyle sabahlara kadar hayal kuruyorsun. Bir yol kenarından geçerken uzaktan yüzünü görebilmek için saatlerce pencere önünde bekliyorsun. Göz göze geldiğin birkaç saniyelik anıyla günlerce yaşıyorsun, kalbin titreyerek…
Ve şimdi dön bak şu an yaşananlara: Birkaç mesajla başlayan şey, daha ne olduğunu anlamadan ‘ilişki’ oluyor. Duygular hızla tüketiliyor, samimiyetin yerini tüketim alışkanlıkları alıyor. İki tartışma sonrası kapılar çarpılıyor, bloklar atılıyor. Sonra hop, sıradaki gelsin. Artık aşk değil bu, fabrika çıkışlı bir şey yaşıyoruz. Tarihsiz, derinliksiz, sabırsız. Tüket-çık sistemine geçmiş bir duygular ekonomisi.
‘Kadın dediğin şöyle olur, böyle davranır’ diye başlayan bir dizi saçmalıkla büyütüldük hepimiz. Maalesef içinde yaşadığımız kültürde kadın olmak, sayısız kalıba sığmaya çalışmak demek. Çünkü kültür dediğimiz şey sadece gelenek-görenek değildir. Giyim tarzımızdan kahkahamıza, ne kadar hırslı olabileceğimizden nerede susmamız gerektiğine kadar hayatın her alanına sızan, görünmeyen ama hissedilen bir eldir. Ve bu el, nedense hep kadınların omzuna çöker.
Peki bu kalıplara girmeye çalışmak bizi nasıl etkiliyor? Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, kadınlara dayatılan bu ‘ideal’ imaj; özgüven kaybı, anksiyete ve depresyon gibi ciddi ruh sağlığı sorunlarını beraberinde getiriyor. Kadın, toplumun onayladığı kadına dönüşmeye çalışırken, kendi özünden uzaklaşıyor.
‘Ghostlamak’…
Son zamanlarda sadece duymadık, bolca yaşadık da. Öyle sık tekrarlandı ki, artık hayatımıza işledi. Ve en tehlikelisi: normalleşti.
Bu soruyu ne ara bu kadar korkar olduk sormaktan? Ya da ne zaman bu kadar sık duymaya başladık?
Eskiden biriyle flört ediyorsan, hoşlanıyorsan ve o da senden hoşlanıyorsa… Bir ilişkiye başlanırdı. Bu kadar basitti. Ama biz artık o evreyi çoktan geçtik.
Biz kadınlar pilot olduk, yönetici olduk, cerrah olduk… Ama bu, erkeklerin bazı sorumluluklardan sıyrılması için bir bahane mi gerçekten?
Güçlü kadın olmak; her şeye yetmek, robotik bir duygusuzlukla dimdik durmak zorunda olmak demek değil ki. Aynı anda çalışmak, evin işini çevirmek, çocuk büyütmek, üstelik bir de ‘kadın gibi görünmek’ zorundayken… Şimdi bir de erkeğin üstlenmesi gereken sorumlulukları mı sırtlamamız gerekiyor?
Dünya nüfusu 8 milyarı geçti. Sosyal medyada herkes birbirine bir ‘story mesafesi’ kadar yakın. Bir tıkla mesaj atıyor, video paylaşıyor, yorum yapıyoruz. Ama işte tam da bu yüzden sormadan edemiyor insan: Bu kadar kalabalığın, bu kadar bağlantının içinde neden bu kadar yalnızız?
Oxford Üniversitesi'nin 2021’de yayınladığı bir çalışmaya göre, sosyal medyada günde 3 saatten fazla vakit geçiren bireylerde yalnızlık hissi %45 daha fazla. İronik ama gerçek: Ne kadar bağlanırsak, o kadar kopuyoruz.
Yani öyle bir dönemdeyiz ki değil kendini geliştirmek minimal düzeyde olması gereken karakter özellikleri gelişmemiş insanların ilişki kurmaya çalışması, hele hele evlenmeyi düşünmesi bile bir suç olmalı. Çünkü artık ilişkilerde karşımızdaki insanı büyütmek, taşımak, şekillendirmek gibi bir sorumluluğu üstlenmek istemiyoruz. Empati kuramıyor, iletişim kurmuyor, sınır bilmiyor, sorumluluk almıyor. Ve tüm bunların üzerine hâlâ ilişki kurmaya çalışıyor. Hele hele evlenmeyi düşünenleri görünce... Gerçekten anlamıyorum. Yani ne cesaretle?
Ne istediğini bilmeyen, ekonomik olarak sorumluluktan uzak, duygusal olarak dengesiz,karşıdakini dinlemeyen, kendini açmaktan kaçınan biriyle evlenmek mi?
Sosyal medyanın ve dijital dünyanın gelişmesiyle elimizde birçok seçenek varken, yalnızlıklar da aynı oranda arttı. Tek tıkla dünyanın her noktasından birine ulaşabiliyorken, bu sınırsız erişilebilirlikte hiç olmadığı kadar erişilemez olduk. Çoğalan seçenekler, aslında yalnızlığın bu kadar artmasının sonsuz bir yokluğun habercisi mi? Seçenekler arttıkça, seçme isteğimiz de aynı oranda yok oluyor.
Pew Research Center’ın 2023 yılında yaptığı bir ankette, 18-29 yaş arası gençlerin %63’ü ‘Bir ilişkiye başlamak istemediğin’ söyledi. Gerekçeleri net: zaman kaybı, duygusal yük, kariyer odaklılık ve bağ kurma korkusu. Ve haksız da sayılmazlar. Çünkü bu dönem bize erişmeden elde etmeyi öğretti. Sınırlar kalktıkça, ilişkiler anlık ilgiye, geçici heveslere dönüştü.
‘Anneme asla benzemeyeceğim’ diyen kadınların, günün sonunda hep babası gibi adamlara âşık olması… Bu bir tesadüf mü, yoksa hayatın bize sunduğu ince ince işlenmiş bir karma mı?
Babalarıyla sorun yaşayan kız çocukları, yetişkinlikte bu yarım kalmış bağı tamamlamak için, farkında olmadan babalarına benzeyen erkeklere âşık olurlar. Psikolojide bu duruma ‘tekrar zorlantısı’ (repetition compulsion) denir. Yani çocukken yaşadığımız duygusal eksikliği, bilinçdışı bir şekilde benzer bir ilişki içinde yeniden canlandırarak, bu kez sonucu değiştirmeye çalışırız.
Hâlâ kadını ‘güzel’ ya da ‘çirkin’ diye yaftaladığımız bir dönemde yaşıyor olmamız ne kadar acı. Elbette erkekler için de bu ayrımlar zaman zaman yapılıyor ama özellikle bizim toplumumuzda kadınsanız işiniz daha da zor. Çirkinseniz ‘kendine bakmıyor’, güzelseniz ‘aranıyor’ damgasını yemeniz an meselesi.
İş hayatında iyi bir konumdaysanız mutlaka ‘patronla aranız iyi’ biraz mesafeliyseniz ‘kendini ağırdan satıyor’sunuzdur. Yani kadınsanız, ne yaparsanız yapın bir kulp bulunur ama asla emeğinize alkış tutulmaz.