‘Yığınak’la gelecek ve mücadeleler arasındaki zincirin kopması…

Dünkü yazımı; "Bugün deprem yaşayan şehirlerimizin Millî Güce katkısı yıkıldı, çok zor ama kaldırılabilir. Ancak olası bir İstanbul/Marmara depreminin enkazı kaldırılamayabilir, Millî Güç bileşenleri üzerinde neden olduğu yıkım absorbe edilemeyebilir. O yüzden İstanbul/Marmara bölgesindeki olası yıkımın üreteceği tehdidi ortadan kaldırmak adına bütünleşik çözümlere yönelmek; zor ama akılcı, bilimsel ve jeopolitik bir gerçeklik ve zorunluluk olarak önümüzde duruyor" diyerek bitirmiştim.

Kimileri; "Böylesine bir acı, yıkım ve zorluklarla dolu enkaz kaldırma, yaraları sarma ortamında başka şeyleri düşünmek zorunda mıyız" diyebilirler.

Evet, ne yazık ki zorundayız.

Hatta buna ortaya çıkacak hassasiyetlerin nasıl istismar edilebileceğini, nerelerden nasıl tehditlerle karşı karşıya kalabileceğimizi, kendi içimizde yaşamakta olduğumuz hassasiyetleri, kırılganlıkları, nasıl bu kadar politize olduğumuzu, yaşamakta olduğumuz ya da yaşayabileceğimiz jeopolitik hassasiyetleri de eklemeli, olabildiğince güçlü, bütüncül yaklaşımlar geliştirmeli ve rasyonelleştirmeliyiz.

Mücadele ediyoruz çünkü.

Çünkü kimse bize acımayacak.

Çünkü kimse bizi acımızla baş başa bırakmayacak.

Hatta acımızı ve yaramızı kurcalayıp duracaklar.

Bunun ilk emarelerini depremin neden olduğu/geliştirdiği toplumsal gerilimi, politizeliği, öfkeyi, meşru ve doğal tepkileri; terör örgütlerinin ve uzantılarının insaniyet/acıyı paylaşma/demokratik tepki gibi maske ve mazeretler altında nasıl istismar etmeye çalıştıklarında, "devleti itibarsızlaştırma ve güvensizleştirme emellerinde", toplumu ve sosyolojik damarları kullanma çabalarında görebilirsiniz.

***

Öte açıdan bir yol ayrımında, jeopolitik tercihlerimizin şekilleneceği bir karar aşamasındayız.

Genelde Marmara, özelde İstanbul’un yüzölçümüne yoğunlaşmış, başka bir ifadeyle sıkışmış "risk ve tehdit altındaki" bir jeopolitik varlıktan, güç, gelişmişlik ve bütün bunların gelecekle olan bağının kopmasından bahsediyoruz.

İstanbul: 5.343 kilometrekare.

Marmara: 67.000 kilometrekare.

Türkiye’nin 150’de biri İstanbul’da yüzde 5 insanımız yaşıyor. O insanlar Türkiye’nin GSMH’sının üçte birini sağlayıp, Türkiye’nin ihracatının nerdeyse yarısını İstanbul’dan gerçekleştiriyor. Detaya çok giremeyiz, ama dolayısıyla stratejik varlığımızın son derece önemli bir kısmı da başta İstanbul ve Marmara’da yoğunlaşmış durumda.

Öncelikle bu kadar dar bir alanda, bu kadar büyük bir yoğunlaşmanın stratejik güvenlik ve gelecek açısından tehlikeli olduğunu altına çizmek gerekiyor. Yunanlı general, "İstanbul’a iki füze sallar işi bitiririz" derken, sadece o iki füzenin neden olacağı yıkımdan bahsetmiyordu. O iki füzenin neden olacağı yıkımın yaratacağı tıkınmalardan, gelişecek sistem, işleyiş/savunma hassasiyetlerinden ve üreteceği sonuçlarından bahsediyordu.

***

Başta İstanbul olmak üzere Marmara bölgesinin üretim, istihdam, uluslararası ticaret, finans, ulaşım ve erişimde sağladığı kolaylıklar, fayda-maliyet hesaplarında sağladığı avantajlı çözümler, tedariklere kısa yoldan ve zamanda erişim gibi pek çok nedenle, stratejik bir üslenme alanı olduğunu biliyoruz. Ancak, devasa güç ve varlık üretme alanının büyük bir riskle karşı karşıya olduğunu da artık görüyoruz.

Tehlikeyi zamana ve alana yaymalıyız.

İstanbul’un kentsel dönüşüm projeleri eşliğinde yeniden inşası ciddi şekilde düşünülürken, İstanbul üzerinden kendini gösteren gelecek risklerini ortadan kaldırmalıyız.

Farkında mıyız bilmiyorum, ama geleceğin inşası adına çalışıp didinip, ürettiğimiz her şey bir depremle yıkılıp giderken sadece oradaki yaşam ve yığınak yok olup gitmiyor.

Gelecek yok olup gidiyor.

Gelecekte çok büyük bir yıkım ve kırılganlık oluşuyor.

Bu zayıflama, güç kaybetme demek.

Geçmişin çöküş ve yükselişlerine baktığınız zaman kitleleri etkileyen salgınların, depremlerin aynı savaşlar gibi son derece güçlü bir parametre olduğunu görebilirsiniz.

***

Konunun bir de özel bir tarafı var.

Savunma sanayinin geniş alanlarda yapılanması. Sonuçta mücadele eden bir ülkeyiz. Biz bir deprem yaşadık diye, kimsenin gözümüzün yaşına bakacağını ummak, safdillik olur. Jeopolitik arenayı takip edenler, Türkiye’nin yaşadığını depremin nasıl fırsatlar sunduğunu, Türkiye’ye nasıl operasyon çekeceklerine dair arayışlar içerisinde olduklarını, yeni eylemselliğe geçişte düşünce geliştirmekte, plan yapmakta olduklarını görebilirler.

Hatta ufak ufak sondajların başladığını da görebilirisiniz.

***

Siz buna içe dönmenin, acının istismarı diyebilirsiniz.

Öte tarafıyla bu fırsatçı yaklaşımlar, yaptığımız mücadelelerin çok daha sertleşmesine neden olabilir. Savunma sanayi başta, ülkenin güvenliğine, moral değerlerine ve caydırıcılığa katkı sunan stratejik sektörlerin ve sistemlerin deprem başta, olası tehditlerin yıkıcı etkisinin en aza indirildiği bir stratejik yayılma, açılma ve dağılma içerisinde olmasının son derece önemli olduğunu düşünüyorum.

***

Deprem uzmanları ve bilim insanlarımız 20 yıllık bir stratejiyle, tamamı fay üzerinde olan Türkiye’nin gelecekle ilgili yeni bir kırılma yaşamadan inşa edilebileceğini dile getiriyorlar.

Gazi Atatürk; “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” sözü maruz kalınan tehdidin yok edilmesine yönelik stratejik bir öngörüye, yığınak, millî güç planlaması ve topyekûn mücadeleye dair bir dehaya karşılık gelse de bugün bizim karşılaştığımız tehdidin ortadan kaldırılmasına yönelik bir yön ve yol gösterebilir.

Neredeyse aynı çünkü.

Faylar ülkesi Türkiye’de büyük bir çabayla ve kendi içinde kavgayla (!) ürettiğimiz stratejik yığınağımız olası bir İstanbul/Marmara depremiyle yok olmaması ya da ölümcül bir yara almaması için artık tehdidi ve tehlikeyi Anadolu’nun derinliklerinde yok etmeliyiz.

Bunun yolu da "sadece İstanbul’u değil" bütün Anadolu’yu bir mücadele, üretim, güç ve cazibe alanına dönüştürmek geçer.