ZAP’ta bir şehit ve bir gazi: Kalan Gazi’nin anlattıklarından…
Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’nda üçüncü yılımdaydım. İbrahim Uzman o zamanlar göreve yeni başlamış ve bölüğümüze atanmıştı. Geldi… Tanıştık önce, sonra konuşmaya başladık ve konuştukça birbirimize yakınlaştık. Konuştukça, birbirimizi tanıdıkça, havasını-kafasını gördükçe, anladıkça, birbirimize kanımız ısınmıştı. Nedendir bilmem, arkadaşlığı, cana yakınlığı iyi gelmişti.
Böylece kaynaşmaya başladık. Ama asıl kriter görevdi, vatan aşkıydı, mücadele ruhu, delikanlılık, onurlu olmak, görev yapma; zorlukları, fedakarlığı ve ölümü karşılama şekliydi.
Bunların sınandığı görev ve eğitimlerde de birbirimizi tanıdık, anladık, ‘sırtına sırt yaslanır adam’ demeye başladıktan sonra da bir de baktık ki ‘sapasağlam’ birer abi-kardeş olmuşuz, kıdemli-çömez silah arkadaşı olmuşuz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez olmuş.
Sonra İbo’yla ev arkadaşı da olduk. Ne yapalım, masrafları paylaşan, Hakkâri’de bir nevi bekar evi arkadaşlığı bu. Şimdi böyle olunca hem kışlada hem görevde hem sokakta hem de evde. Gecemiz gündüzümüz beraber geçiyor, kimi zaman gülüyor, kimi zaman dertleniyor, kimi zaman gırgır şamata yapıyor, kimi zaman dert çekiyor, kahırlanıyor, hüzünleniyor, coşuyor, kimi zaman da beraber ağlıyorduk.
Arada bir de “Sen şehit olacan, ben şehit olacam, yok senin bacak kopacak, yok benim bacağım kopacak, sen gazi olacaksın, ben gazi olacağım” diye, yapmış olduğumuz ölümcül mücadeleye özgü bir ruh haliyle, içinde endişeler, belirsizlikler, empatiler gizli, birbirimizle bıçkın bitirim şakalaşır, gülüşür, ruhumuza çöreklenmiş ağırlığı atmaya, olası gerçekleri göğüslemeye çalışırdık.
Sonra emir geldi. Pençe-Kilit Harekâtı başlayacaktı. Görev gereği ben ondan önce evden ayrıldım. Biz farklı bir bölgeye gidecektik, onlar farklı bir bölgeye. Zamanca bir kademelenme vardı.
Ama önce, “her kritik ve uzun soluklu görev öncesinde yaptığımız gibi” helalleştik. Yine her zaman ki gibi birbirimize takıldık, gülüştük, eğlendik o son gün.
Hep son gün, son görüş hesabı yaptığımız, ama hiçbir zaman yakıştıramadığımız, yakıştırmak istemediğimiz o günlerin artık yakın olduğunu nereden bilecektik?
Meğer o gırgır şamata, o son takılmalar, İbrahim’i son görüşüm olacakmış…
Nereden bile bilirdim?
Nerden bilebilirdik?
Peki bilebilsek, ne yapardık?
***
Harekât istim tuttuktan sonra, görevler, hatlar, gizlilik el verdiğince cihazlar üzerinden konuşmaya çalışıyor, şartlar ve ortam çok zor, birbirimizi iyi dilekler, hayır dualarla mukavim tutmaya çalışıyorduk. Kıdeme kademe bitirimliğe özgü, o bana; “Dayım aman dikkat et” diyor, ben ona diyorum ki; “Sen de kendine dikkat et çömez! Ota, boka, mayına basma, mermiye kafa atma, Allah’a emanet ol.”
İşte böyle…
Böyle böyle ZAP’a dalmış, ZAP’ı ve ZAP’a yuvalanmış ihaneti hallaç pamuğu gibi atarken, ben operasyonun 11’inci gününde kalleş bir EYP’nin patlaması sonucu yaralandım. Tabii, haberi alınca, çok üzülmüş rahmetli. Bana ulaşmaya çalışmış. Onu gören çok arkadaş; “Senin patlama haberini alınca çok üzüldü, hatta aklı gitti” gibi şeyler söylediler.
GATA’ya ulaşıp, tedavi olmaya başladıktan sonra, şehidimiz her gün beni görüntülü arıyor, en kısa zamanda ziyarete geleceğini söylüyordu. Ben de ona, her zaman dediğimiz gibi; “Dikkat et, sağ salim gel de, ne zaman gelirsen gel” diyor, bildiğimiz, askere, kavrukluğa, bitirimliğe, mücadeleye özgü hasbihal ediyoruz.
***
İbo’m, o hasta yatağında, acılı, sancılı, ağrılı, yaralı ve yanıklı günlerimde, dağdaki o kendi mücadelesinden zaman ayırabildiği her anında bana kardeşliğini yaptı, hep aradı sordu, hiç yalnız bırakmadı...
Ta ki o kara güne kadar.
Şehit olmadan iki gün önce aradı, sabah saatleriydi.
Sesi bir garip geliyordu.
Bir garip!
Ben de bir garip oldum. İçim bir acayip oldu. İbo’nun sesini ilk defa böyle duyuyordum.
Gece farklı bir bölgeye sızma yapacaklarını söylemişti. Sonra da o hiç unutamıyorum o cümlesiyle devam etmişti. “Dayım o gittiğimiz yerde ya şehit olacağım ya da yaralanıp Ankara’ya geleceğim içime doğuyor” dedi.
Ben de “Oğlum böyle saçma sapan konuşma. Böyle şeyler söyleme. Sapasağlam yanıma geleceksin” demiştim.
Ama o an ben de darmadağın olmuştum. Çünkü benzer şeyler ben de yaşamıştım. Sesinden belliydi, benim içime doğan sanki onun içine de doğmuştu. Ve ben de bunu yaşadığımla anlamıştım ve çok derin bir kaygı yaşamaya başlamıştım. Nasıl unuturum? Bu sesin aynısını, bu hissin, bu içe doğmanın aynısını yaralandığım gün ben de yaşamıştım.’
Sonra da sadece İbo’mu değil, kendimi de avutmaya soyunmuştum.
Gene her zaman ki gibi gırgır şamata muhabbet etmeye çalışmıştık, ama ne onun gülüşü ne benim gülüşüm, o eskilerine benziyordu. Böylece kapattık telefonu.
***
İşte bu konuşmadan tam iki gün sonra İbo’mun şehit haberi geldi. Kahpe ZAP’ta şehit düştü benim aslan kardeşim.
İlk duyduğumda inanmadım, elim ayağım boşaldı. İnanamadım, sığdıramadım kendime bu haberi.
Sonunda gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. Uçup gitti, göçüp gitti kardeşim.
Beraber güldüğüm, beraber ağladığım, beraber yiyip içtiğim, ev arkadaşım, silah arkadaşım, can dostum bir kuş misali göçüp gitti bu dünyadan…
Gazimiz cümleleri şöyle bitiriyor:
Rabbim Pençe-Kilit Harekâtı’nda şehit olanların ailesine geride bıraktıklarına sabır ihsan eylesin. Yarım kalan, gazi olanlara da bir ömür boyu mutluluk, sağlık, şifa versin.
Yaaa İbo’m… Ben hastanede yatarken aradığında hep derdim ya sana… Gidene mi zor, kalana mı zor?’
İnan hala bulamadım cevabını!
Şehit İs. Uzm. Çvş. İbrahim HAN mekânın cennet olsun İbomm.
Duası duamızdır.
Gidenlerin ruhları şad, mekanları cennet, kalanların canları sağ olsun.
***
İşte böyle…
Dağlar hikâyelerle dolu…
Bizim için kanla yazılan hikâyeler.
Çileler, acılar, fedakarlıklar ve ödenen bedeller.
Ama biz bunlardan habersiziz.
Hatta bizim bu mücadele gerçeğimize fazlasıyla duyarsızlaştık, kanıksadık hatta, bir kenara attık, hatta unuttuk.
Oysa onlar hep oradalar.
Ve bizim için gözlerden, sözlerden, haberlerden uzak, sessiz sedasız mücadeleleri yapmaya devam ediyorlar. Karın, buzun, yağmurun içinde, dağın, taşın, kayanın, mayının, EYP’nin üstünde ve her an patlayabilecek hain bir kurşunun önünde.
Sadece şehit düştüklerinde, onlardan haberdar oluyoruz.
Belki biraz hüzün, belki birkaç damla gözyaşı.
Bu kadar…
Sonra yaşama devam ediyoruz.
O nedenle onları ve onların “gerçek” hikayelerin yazmalı, onları her zaman anlatmalı, anlamalıyız.
Filmlerini, dizilerini çevirmeli, sanatlaştırmalı, geleceğe bırakmalıyız.
Çünkü mücadeleler bir milletin ruhunu ve geleceğini yazar.
Kendi adıma mutluyum ve gururluyum.
Erişebildiğim her makamda, erişebildiğim mücadeleye katılan her arkadaşımda, yaşananların ve yapılanların yazılması gerektiğini söyledim. Kendi üzerime düşeni de yaptım. Güneydoğu’daki dağlarda ve çöllerde yaşanan mücadele ile ilgili altı kitap yazdım. Bu zaman kıtlığında, fırsat bulursam, hikâyeyi yazmaya da devam edeceğim.
***
Onlar orada olduğu için, ateş onları yaktığı için, biz burada yanmıyoruz.
Geçmişten ders çıkartabilen, hafızası, aklı selimi, muhakemesi güçlü olan insanımız dağlarda ve çöllerde verilen mücadelenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor.
Aklı eren, muhakemesi dumura uğra(tıl)mamış herkes oralarda o mücadele yapılmazsa, buralarda neler olacağını çok iyi biliyor.
Onların bizim için yazdığı hikâyeler, acılar, fedakarlıklar, çileler, ölüme kardeş yaşamlar, kahramanlıklar ve destanlar onlarla yaşanıyor, ama onlarla birlikte unutuluyor.
Hatta ölüyor, şehit düşüyor.
İşte bu da onlardan biri…
Birkaç minik dokunuş, onun haricinde hiç dokunmadım.
Olduğu gibi…